Uzun ve arnavut taşlarla döşenmiş yolda ilerliyordu. Sağ omzunda örme krem rengi çantası asılıydı, sol elindeyse alışveriş torbaları. Başındaki açıkla koyu arası yeşilden eşarbını çenesinin altından bağlamıştı. Yolda kendisinden başka kimse olmadığı için etrafı inceleyerek yürüyordu. Günler sonra evin avlusundan uzaklaşmış olmanın mutluluğuyla geç dönerse yaşanacakların kaygısı arasındaydı duyguları. Baharın gelmeye başladığını gösteren çiçekler komşuların bahçesinde renk renk açmıştı. Önünden geçtiği evin duvarından sarkan hanımelini yaklaşıp kokladı. Ne çiçeği burnuna dayamıştı ola ki biri görürse ne der endişesiyle ne de eskisi kadar uzağından yürüyordu. Duvara birkaç adım kalana kadar yaklaşması yeterliydi zaten hanımelinin kokusunu duyabilmesi için. Koku onu çocukken içinde oluşan bir hisse taşıdı. Anlamlandıramadığı bir histi fakat özlem duyduğunu biliyordu o günlere. Anneannesinin bahçesinde de hanımeli vardı. Beş altı kök olan çiçeğin kokusu bahar aylarında dışarıya adımını atar atmaz duyulurdu. Bahçesinde kuzenleriyle sahura kadar oyunlar oynardı. Çocukluğunun en güzel günleri o bahçede geçen günlerdi. Yılda birkaç kez annesi evden ağlayarak elinden tutup onu buraya getirirdi. Birlikte birkaç hafta kalırlardı, çok nadir bir ayı geçtiği olurdu bu misafirliğin. Annesi  ağladığı için mutluluğunu geldikleri gün gizlemeye çalışırdı. Hatta mutlu olduğu için suçluluk hissederdi bir nebze. Birisi üzgünken mutlu olunmaması gerektiğini, en azından bu mutluluğun sergilenmemesi gerektiğini çok küçük yaşta öğrenmişti, hatta sorsanız her insanın bu bilgiyle doğduğunu dahi düşünebilirdi. Özlemle soluk alıp verdi. Çocukluğunun en güzel günleriydi o yılda birkaç kez gidilen anneanne evi. Durmaksızın çekilen bir acıya bir solukluk ara vermesiydi hayatın. Annesini düşündü sonra. Her kız çocuğunun ilk acısı olan anneleri. Yeşil küçük gözlerini, hafif kemerli burnunu, kapkara saçlarını görür gibi oldu annesinin. Sonra gözüne bir morluk yerleşiverdi anımsadığı silüetin. Dişlerinden birkaçı avucundan kayıp düşen bilyeler gibi tıkırdadı tahta zeminde. Yatağında bir sağa bir sola dönerek uyumaya çalıştı. En sonunda kimseler görmeden birkaç parça kıyafet sıkıştırdığı tekerlekli bavuluyla ağlayarak yamalı pabuçlarını giydi. Bir an gözleri dolar gibi oldu fakat hemen toparladı kendisini. Eve gözleri kızarmış halde gidemezdi. Başka şeyler düşünmeye çabaladı. Etrafa dikkatlice baktı. Belediyenin diktiği kırmızı erik ağaçları minik minik meyve vermeye başlamıştı. Ne siyah ne bordo ikisi arasında bir renkteydi erikler. Birkaç tane koparıp yemeyi düşündü, vazgeçti. Sokağın sonundaki okulun aşina olduğu zil sesi duyuldu. Ardından çocuk sesleri ara vermeden yükselmeye başladı.


Eve varmasına bir sokak kalmıştı. Adımlarını yavaşlattı dışarıda olmanın tadını çıkartmak güdüsüyle. Kasıtlı yaptığı bir şey değildi bu. O yolu uzatmaya o adımları yavaşlatmaya ihtiyacı vardı. Sorsalar kimseye neden böyle yaptığını açıklayamaz anlamaz gözlerle bakıp inkar ederdi her şeyi. Kendisiyle ilgili düşünmeye hislerine anlam yüklemeye alışkın değildi. Yalnız bazen pencereden uzaktaki dağları, dağların üzerindeki beyaz bulutları izlerken içinin sıkıldığını bilirdi. O vakitler aklına aniden geçmişle gelecekle ilgili ne varsa üşüşür, yanında kimse yoksa birkaç damla gözyaşı dökerdi. Yanında birisi varsa da çocukları yoklamaya evin önüne çıkar bu bahaneyle biraz olsun temiz hava almış olurdu. Acısından ölse dahi haberi olmaz bugün namazları aksattım mı aksatmadım mı diye sorguya çekerdi kendisini.

Sokağın dönüşünde toplam iki oda bir mutfaktan oluşan samanlı topraktan yapılma bir ev vardı. En ufak bir darbede tuzla buz olacak gibi emanet duruyordu yıllardır. Yaşlı, topallayarak yürüyen bir kadın ve yatalak eşi oturuyordu. Perdeleri öğlen olmasına rağmen sıkı sıkı kapalıydı. Yılın bu zamanları ortanca kızları eşiyle beraber gelip anne babasını alarak birkaç haftalığına kendi evine götürürdü. Bahçe duvarından sokağa doğru sarkan dut ağacının mordan siyaha çalan dutlar sarkıyordu. Hiç dut yemiyor değildi fakat o an yıllardır açmış da bu açlık sadece yaşlı çiftin bahçesindeki dutlarla dinecekmiş gibi bir arzuyla doldu. Arzu ve suçluluk hisleriyle etrafına göz gezdirdi. Nefes alışverişleri hızlanmıştı. Sokak boştu. Uzanıp boyunun yettiği dutları hızla ağzına atmaya başladı. Çabuk olmaya gayret ettikçe kalbi daha hızlı atıyordu. Ağacın ulaşabildiği kısmında neredeyse hiç dut kalmamıştı.