Bahçıvan katildi.


Kimseye söylemediği bir sır, orada kendince çiçekleri sularken ellerine bulaşmıştı bu kader. Ev sahibi, karısı ve çocukları... Öldürdüğü ise gelecekleriydi. Buna gülüyordu işte. Nefret ve saf kötülüğün vücut bulmuş dehşet iştahı. Kendini böyle tanımlıyordu.


Elinin altındaki gübreli toprağı eşeledi. Yanında çapa olmasına rağmen el sürmedi. Fazla böcek vardı. Hepsini eldivensiz elleriyle, nasır tutmuş ve buruşuk parmaklarıyla yakalayıp cam bir kavanoza koydu. Alnında terler parlıyordu. Şapkası olmasına rağmen seyrek saçlarının yandığını hissetti. Güneş tepesinde pek kızgındı.


Küçük adımlar, öylece üstüne salınmış nefesler işitti. Kafasını kaldırıp baktığında ev sahibinin çocuklarını gördü. İki tane küçük kız. Aynı örgülü kıyafetleri giymiş ikiyiz. Saçları sarı; mükemmel bir örgüyle aşağıya doğru salınırken zarif ev sahibesini düşündü bahçıvan, zarif ellerini, insanın suratındaki tüm kahrı alıp sıcak bir gülümsemeyle bırakacak gülümsemesini. Çocukları güzelliğini miras almıştı. Mavi gözler, zarif ve yüz hatları ve parlak altın sarısı saçlar.


“Merhaba çocuklar,” dedi bahçıvan. Yaşlı dizleri ayağa kalkarken bir sancı tuttu. Pek oralı olmadan ayağa kalkıp ikizlerin üstüne gölge yaptı.


“Merhaba bahçıvan amca,” dedi ikizlerden biri. İsimlerini öğrenmek istemiyordu Bahçıvan. Tanıştığı hiç kimsenin ismi hafızasında değil. Orada tutarak onları kutsamak istemiyordu.


İlk konuşan yine ağzını araladı. “Annem, dün misafirlerden kalan yemeği ısıttı, isterseniz gelip yiyebileceğinizi söyledi.” Yanındaki diğer ikiz, saçında sarı tokası olan hiç konuşmuyordu. Ellerini eteğinin önünde birleştirmiş kafasını eğmişti.


Bahçıvan gülümsedi kızlara. Tepeden bakıyordu; griye çalan gözleri var, onları konuşan kıza kilitleyip fısıldadı. “Saçın bugün çok güzel küçük hanım, saçlarının parlaklığında bir melek gibisin adeta. Teşekkür ederim.”


İltifatların kendisinden esirgendiğini gören sarı tokalı sessiz kız başını daha da aşağıya eğdi. Biraz utanmış biraz da kızgın. Bahçıvan bu hissi biliyordu. İstediği orada, sesindeki bir yetenek, sessizce ortalığa bırakılmış zehir gibi aralarında dolanıyordu artık ikizlerin. Bunda iyiyim diye düşündü.


İltifatlarda boğulan kız gülümsüyordu, tatlı bir sıcaklık vardı gamzelerinde, annesinden çaldığı bir gelecek. Sessiz olanın gözlerinin dolduğunu anlıyordu Bahçıvan. Güzel...


Sarı tokalıya dönüp “Bura da olduğunu yeni fark etmedim,” gibisinden önemsiz bir söz fısıldadı. “Sarı tokan güzelliğini baltalamış gibi, kardeşini biraz örnek almak istersin belki.”


Konuşan, sarı tokası olmayan, bu durumdan memnun bir şekilde eteğiyle oynayıp kız kardeşine gizli bir bakış attı. Kız kardeşi, sarı tokalı kız ağlamak üzereydi. Bahçıvan aferin diyordu içinden. Aynen böyle küçüğüm. Eksiksiniz, hisset bunu. Yüreğinin soğumasına izin ver.


“Pekâlâ, ben kaçayım,” dedi Bahçıvan. Şapkasını kafasından sıyırdığında bir uğurböceği ilişti seyrek saçına. Hissetti ve kuru elleriyle kafasına bir şaplak atarak onu oracıkta öldürdü. Sarı tokalı olan küçük bir çığlık attı. Bahçıvan gülümseyerek uğurböceğinin leşini, elinde kanlı ve ezik minnak vücudu kıza uzattı. “Derler ki, uğurböceklerini öldüren kişiye sonsuz bir güzellik bahşedilirmiş. Lakin bu sırrı kimseye söylememen gerekirmiş. Sessizliğin ödülü.”


Sarı tokalı kızın dehşet ve dolmuş gözlerinde parlayan bir kararlılık belirdi. “Ama Uğurböcekleri zararsızdır,” diye bildi ağzından zorla çıkan kelimelerle.


“Elbette, onlar zararsız ve sevecen yaratıklardır. Lakin ödülün bedeli ondan cazip ve yüksek.”


“Ben güzel olmak için öldürürüm,” dedi konuşkan kız. Kendini kanıtlamak isteyen bir gururdu ondaki. Gözleri hemen etraftaki çiçeklere kaydı, sonra bir çığlık, sevinç ve küçük ayakkabılarıyla bir çırpıda havada vızıldayan uğurböceğini iki elinin arasında ezmeye çalıştı. Yavaşça araladığı eli boştu.


“Öldürdüm,” dedi sarı tokalı kız.


Bahçıvan o yana baktı, sarı tokalı kızın elinde kırmızı ve ezilmiş bir görüntü vardı. Ağzında tekrarladığı bir söz, “Öldürdüm.”


Diğer kızın gözleri doldu bu sefer, ellerini yumruk yapmış kız kardeşine baktığını gördü Bahçıvan, sinirliydi. Gözleri durmadan çalılıklarda uçuşan böceklerdeydi. Birkaç adım atı, sonra birkaç daha ve gittikçe çiçekleri ezerek, toprakları eşeleyerek ayakkabısıyla uzaklaştı.


Güzel olma uğruna verilmiş vahşet. Medeniyetin gururlu günahı.


“Öldürdüm,” dedi sarı tokalı kız. “Artık bende güzel olacak mıyım? Ablam gibi.”


Bahçıvan sarı tokalı kıza baktı. Gözlerinde parlayan bir şeyler alev almıştı. “Elbette dedi, sen şu an bile güzelleştin sadece farkında değilsin.” Sesine yine o tuhaf tınıyı yerleştirmiş, bir yılanın ağzından dökülen zehirlerini sessizce dile getiriyordu. “Ablan seni kıskandı, fark etmişsindir. Sende olan bir güzellik onda yok. Sen sessizleştin o ise çirkinliğini konuşarak, sevimli tavırlar sergiledi.”


Sarı tokalı kız başını aşağıya eğdi. Elleri titriyordu, yüreğinde parlayan o nefretin kokusu Bahçıvanın dilini sulandırıyordu. İştahı kabarmıştı. “Annen sende olanı fark etmedi bile, babanın görmediği bakışları, izleri, beceriksiz olduğunu haykıran duruşu, hepsi ama hepsi sende olan güzelliğini gölgelemek içindi küçüğüm.”


“Ama artık güzelim,” dedi kız. “Artık beni severler değil mi? Uğurböceğini öldürdüm.”


“Elbette, sevecekler seni, ilkte, sonra ise senden almaya kalkışacaklar. Kız kardeşin seni çekemeyecek, annenin sevimsiz ve baş belası olacaksın, babanın hayal kırıklığı.”


Bahçıvan tüm söylediklerinin üstüne gördüğü nefret karşısında biraz zaman tanıdı sarı tokalı kıza. Nefreti hissetmesini ve içinde kabaran savaşın acımasız ve kanlı olmasını diledi.


“Onlardan, nefretinin ve kendi güzelliğinin tamamen kalıcı olmasını da isteyebilirsin, bunu yapabilirsin,” dedi.


Sarı tokalı kızın gözünde nefretle dans eden bir umut parladı. “Nasıl?”


Bahçıvan gülümsedi. Ayağının altındaki çapa, toprağı eşelemek için yanına getirdiği çapaya baktı. Sırtını dönüp konuşkan kıza, yaprakların ve sarı çiçeklerin içinde umutsuzca uğurböceğini arayan kıza baktı. Gözlerinde, doğuşunda var olan, içinde hiç susmayan o müziğin anlamsız ritmini çalmaya başladı. Sözler artık anlamını yitirip eylemin kaçınılmaz olduğu müziğe.


Bu müzikle kaç tane yaşamları bitirdiğini hatırlamıyordu bile Bahçıvan. Sadece o müzikle doğmuştu. Sarhoş babasının öldürmesi için annesine çaldığı müzik, depresif okul servis şoförünün onlarca çocuğun ölümüne çaldığı müzik; hep yüksekti içinde, kaçınılmaz bir iştah ve anlamsızlığın yaratığı kozmostu ondaki.


Müzik derinden çalıyordu. Davullar, yürekten geliyordu, yaylı çalgılar damardan yol alan kanların içinde parlayıp dalgalanıyordu, titreyen ellerin içinde karıncalanan bir nefret tohumu, büyüyor. Büyüyor. Bu işte iyiyim diyor Bahçıvan kendisine. Küçük kızın transla attığı adımlar kendisi gibi küçük, minik elleri kirli çapayı almak için iniyor.


“Güzel olmak istiyorum,” ağzında söylenen tek hece.


Yürürken, karşısında, avını köşe sıkıştırmış bir kaplan gibi sessizce uğurböceğine yaklaşan kız kardeşine bakıyordu. Elinde sıkıca tuttuğu bir çapa.


Bahçıvan sigarasını içerken, küçük kızın yanına yürüdü. Sarı tokalı olanın. “Ne kadar güzel olduğunun farkında değilsin, yavrucağım,” dedi. Nasırlı elleriyle sarı saçlarını okşadı.


Çizmelerinin etrafına doluşan bir ıslaklığın, rengi kırmızı olanından, hissettirdiği... toprak kanla beslenince daha bir canlı oluyor. Bahçıvan bunu biliyordu. Akan kanın güzelliği ve ardındaki müziğin lezzetti.


“Sen şimdi, şu tırpanla bahçedeki tüm çiçeklerin köklerini ez, parçala” dedi Bahçıvan. “Her birini, tek tek, hiçbirini canlı bırakma. Ödediğin bedelini alacaksın... Güzelliğini.”


Sarı tokalı kız tepki vermeden kafasını salladı. Ağzında mırıldandığı müzik evrende dans eden yıldızlara eşlik ediyordu. Tanrının bahçesini yakınca hissedilen gücün zaferiyle sarhoştu. Gözlerinden anlaşıyordu.


“Teşekkür ederim,” dedi Bahçıvan. Ağzına iliştirdiği lokmaların biri bitmeden diğerini yolluyordu mideye. Ev sahibesi zarif beyaz bir elbise, saçlarında parlayan badem yağı ve kulağında asılı olan halka bir küpe ile karşısında dikiliyordu.


“Nasıl bu kadar kör olabildim, nasıl?”


“Kendinize yüklenmeyin hanımım, insanları hiçbir zaman anlayamazsınız.” bu bir yalandı. Bahçıvan çocukken bile insanları anlıyordu. İstedikleri, ihtiyaçları ve arzuları. Şeffaf bir kâğıt gibiydi insanlar. Her şey bir tutam güç içindi. Aşkları, yalnızları ve her şeyi. İçine doldurdukları kocaman kirli su misali, balon şiştikçe şişiyor, öfke, nefret ve bencilliğin sivri gerçekliğiyle patlayıp etrafa saçılıyor. Bahçıvan bundan oldu olası inanılmaz bir zevk alıyordu işte.


“Beni aldattı ve ben göremeyecek kadar kördüm. Hep nazik sevgi dolu ve sadık birisiydi. Nasıl? Çocuklarıma ne diyeceğim şimdi ben.” Onları dert etmenize gerek yok hanımım diyemedi Bahçıvan. Önüne koyulmuş artıkları yerken gülümsedi. Kocası uzun boylu yakışıklı iyi bir adamdı. İnsanların sevdiği bir kişilik. Değer ve ilginin en üst mertebesinde fedakâr biri. Aklına girmişti, her zaman yaptığı şeyi yapmıştı, konuşmuştu evin sahibiyle. Karısının sömürdüğü bir kertenlere gibi sevgisini harcadığını, başka erkeklere attığı bakışları ve misafirleri geldiğinde kalkık burnunun iğrençliğini. Müziğini ince ve sağlam dokumuştu. İmalar ve dokular; sevgiyle dolan kalbi bile parçalardı. Kullanılmış her köpek köşe sıkıştığında havlardı. Bahçıvan bunu biliyordu. Bunu kullanmayı da.


Kaosun fedakâr fedaisiydi o. İnsanların dışladığı ve sakladığı her şey, rüyalarda gizlenen, içinde büyüyüp dalların budandığı her şeyi biliyordu. Tüm bu çirkinlik ve saklanan her şey sahteydi ve ortaya çıktığında yükselen müziğin tadına doyum olmuyordu.


Yemeğini bitirip kalkan Bahçıvan seyrek kafasına şapkasını geçirdi. Gözleri yaşlanmış hanımına son bir bakış attı. Dışarıda bir çığlık, mutfakta çalışan, burnunu her şeye sokan kocakarının çığlığını duydu.


“İzninizle ben kaçayım,” dedi ve orada, onu, meraklı ve telaş içinde yüreğini yakan korku ve çaresizlikle bırakıp gitti.


Evden ayrılırken çığlıklar vardı, ölü çiçekler ve yerde ezilmiş yapraklar. Müziğin hiç olmadığı kadar güzel ezgileri, serbestti.


Tüm eşyalarını almıştı yanına, Bahçıvan kıyafetleri hala üstündeydi, çizmesi şapkası ve bahçede topladığı böcekler. Dış kapıdan geçerken arkasında bitmiş bir müziğin bıraktığı burukluk da vardı.


“Sen olduğunu biliyordum,” bir ses arkasından attığı adımını durdurmuştu.


Arkasını döndüğünde mutfakta çalışan kocakarıyı gördü. Kocaman bir burnu vardı, üstüne bir ben, üstünde iki tel kıl. Beyaz önlüğü kana bulanmış ve yanakları gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Parlıyordu.


“Buraya geldiğinden beri yemeklerin tadı bile değişti, insanlar, çiçekler. Sözde onlara bakman lazımdı ama güneşe bile ulaşmak istemez oldular.”


“Onlar hiçbir zaman güneşe yükselmek istemedi, güneşe yükselince bir anlam olduğunu sanan aptallardı. Gerçekler ise açı ve görmelerini sağladım.


“Yarattığın gerçeklik kötülük ve karanlığa hizmet ediyor. Güzelliğe ve sevgiye dair bir şey söylediği yok.”


“Gerek de yok zaten. Anlamıyorsun değil mi? Tüm bu acılar, anlamsızlık ve çorak yaşamlar. Ölümü tadacak. Namus, iyilik ve tüm o ahlaki mimarileriniz yıkılıyor. Çatırdamanın sesini duyamayacak kadar aptal olan sensen beni suçlama,” dedi Bahçıvan. Elinde içinde böcek dolu cam kavanoz vardı. Gülümsüyordu. Kendisini ilk defa gören yaşlı kadına attığı bakışlar sertti ama kadın ondan etkilenmemiş gibiydi.


“Yanılıyorsun. Ölüm ve anlamsızlık orada. Çorak topraklarda yetişiyor. İnsanlar her gün mücadele veriyor bunun için ve verdiği mücadelenin güzelliğini göremeyecek kadar kör olan sensin,” dedi Kocakarı. “Safsın. Gülen birisinin kaybolan neşesini gördüğünde korkuyla annenin eteğine saklanan asıl sensin. Orada mutlak bir gerçeklik arayıp yokluğunu doldurmayan ve hiç değişmeyen bir şey aradığın. Nefretin ve ölümün arzusu sendeki.”


Kocakarının sesi titriyordu. “İnsanlar affeder. Yarattığın tüm kötülükler kalıcı bir son yaratmıyor. Affedecekler, tekrar gülmeyi hatırlayıp devam edecekler. Sen... Sen ise saflığın ve aptallığınla verdiğin savaşta duyabileceğin tek şey içi boş ve anlamını yitirdiği müziğin olacak ve o da seni terk edecek günün birinde.”


Bahçıvan ilk defa korkuyu tadıyordu. Birisi müziğini duyduğunu söylüyordu. Müzik kendisine özel, tanrının, hayır, Lucifer’in armağanıydı kendisine.


“O müziği tek duyan sen misin sanıyorsun?” Dedi kocakarı. “Bende işittim, yanlışlarım ve dolu hatalarımın armağanı oldu. Şimdi ise affediyorum; kendimi ve her şeyi."


Hızlı adımlarla güneşin altında yürüdü. Ardından yükselen sese kulak kabartmak canını sıkıyordu. İnsanların hissettiği duygular, acı ve görmezlikten gelinen koca sessizliği. Böyle bir şey miydi? Müzik bana özel bir ezgi olması gerekiyordu. Gerçekliği görüp ona hizmet eden sadece ben vardım oysa. Nasıl?


“Sen tek değilsin?” bu sözleri işitmişti en son Kocakarıdan. Bir zamanlar kalbi olduğunu unuttuğu yer sızlıyordu. Bu sözler yabancı değildi kendisine. Babasının fısıldadığı sözlerdi bunlar. On kardeş, küçük ev ve dolaba saklanan çikolatayı almak istediğinde sen tek değilsin, dememiş miydi babası? Diğerlerine gülerken sen tek değilsin dememiş miydi bakışları. Annesinin emzirdiği memeleri bir tek kendisi emmemiş miydi yani?


Müzik, hep peşinden gelen müziğin yokluğunu hissedeli çok olmamıştı ki evleri ve yolları ardında bıraktığını far ketti. Kocaman bir kırın ortasında tek başına batan güneşe baktı. Yüreği, yüreği sızlıyordu.


Bir ses, bir görüntü, küçük ve paytak hareketlerle eline kondu. Elini kaldırıp baktığında Bahçıvan bunun bir uğurböceği olduğunu gördü. Üstüne düşen güneşin altın sarısıyla ne kadar güzel odluğunu düşündü ve yere kapaklandı. Elinde taşıdığı cam kavanoz düşüp kırıldı. Böcekler kaçışıp çimlere, topraklara karıştı.


Ağlamaya başladı Bahçıvan. Ağlamak nedir bilmezdi oysa.