Temmuz'un öğle sıcağı tepeme vurmuştu. Üstümde arkadaşımdan aldığım emanet takım elbisenin mi, yoksa gün içinde yaptığım dördüncü olumsuz iş görüşmesinin mi ağırlığı vardı bilemiyorum. Sıcaktan bunalıp, Kadı Çeşmesi'nde yüzümü yıkayarak biraz olsun serinlemeye çalıştım. Tam o sırada fark ettim kunduramdaki çamuru. Dolmuşa verecek kadar param olmadığından sabahtan beri yürüyordum. Yolumu kısa tutmak için kestirmeden gideyim derken, hangi mahallenin ara sokağında batmıştım çamura hatırlayamadım. Yanıtını bilmediğim bir sonraki iş görüşmesine bu halde gidemezdim. Gözüme çeşmenin ardındaki camiinin önünde, ekmek teknelerine fırçalarını vurarak müşterisini bekleyen boyacılar ilişti. İçlerinden en yaşlı olanının önünde durdum.

-Selamünaleyküm dayı, dedim.

-Aleykümselam beyim, diyerek karşılık verdi. Belli ki takım elbiseme bakarak iş güç sahibi biri olduğumu düşünmüştü.

-Ne kadara boyuyorsun?

-Beş liraya beyim.

Başımı, olur, anlamında sallayınca gözlerinin içi parlayarak tebessüm etti. Galiba siftahını benimle yapacaktı. Ben gösterdiği tabureye otururken o hemen işe koyuluvermişti. Havadan sudan konuşmaya başladık. Konu döndü dolaştı benim ne iş yaptığıma geldi. İş aradığımı, gittiğim dört görüşmenin de iyi geçmediğini söyleyince boynunu büktü, halden anlayan babacan bir tavırla:

-Üzülme, nasibin varsa elbet çıkar karşına. Bak bana, sabahtan beri sıcağın altında müşteri bekliyorum. Sen gelene kadar kimse yüzüme bile bakmadı. Eee artık kundura giyen de pek kalmadı evlat. Olan da zaten boya alıp, evde kendi işini kendi görüyor. Bu defalık benden olsun demek isterdim inan ki. Bastonla dolaşacak hale geldim ama hala çalışıyorum. Emekli maaşı da sağolsun ne öldürüyor ne güldürüyor.

Yaşı tahminimce seksene dayanmış bu ihtiyar boyacıya neden bilmem kanım ısınıverdi birden. Belki de sesindeki cefa babamı hatırlattığı içindir, kim bilir? Ben bu düşüncelere dalmışken galiba o soru sormuştu. Soru dolu gözlerle bana bakınca bunu anladım.

-Af edersin dayı, aklım gideceğim iş görüşmesine takıldı da ne sormuştun?

-Ne okudun, ne bitirdin diye sormuştum evlat.

-Makine mühendisliğini bitirdim dayı.

-Kıymeti kalmadı okul okumanın be evlat. Benim kızlar da okudu ama atanamadılar.

-Onlar ne okudular peki dayı?

-İkisi de öğretmenlik bitirdi. İnan olsun beş yıl atama beklediler. Olmayınca olmuyor işte. Biri gitti evlendi, diğeri gitti polis oldu.

-Bu yaşta niye sen çalışıyorsun peki dayı? Yardımcı olmuyorlar mı sana?

İşini bitirip fırçalarını kenara koydu. Olabildiğince sessiz bir şekilde iç geçirip, kafasını hiç kaldırmadan cevap verdi:

-İnsan eti ağırdır derler bilir misin?

Diyecek bir şey bulamadım. İstemeden onu üzmüştüm ve özür dilemeyi bile beceremediğimden, o anda kaçıp gitmek istedim. Tam ücreti ödemek için elimi cebime atmıştım ki, camiinin avlusundan bir adam fırladı ve başladı bağırmaya:

-Yaşım 26. Dante gibi ortasında değilim ömrün ama benim de söyleyeceklerim var.

Söylediğinin aksine otuzlu yaşların başında gösteriyordu. Üstünde, rengi kirden kahverengiyle sarı arasında bir renge dönüşen gömlek, sol paçası sökülüp diz kapağına kadar yırtık siyah bir pantolon vardı. Saçlarından yıkanmayalı bir hayli zaman olduğu kolayca anlaşılıyordu. Ellerini kollarını mütemadiyen kullanarak konuşmasını aynı coşkuyla sürdürdü:

-Nankördür para denilen şey arkadaş nankör. Dibine kadar ihtiyacın vardır ya bazen. Ama cep delik cepken deliktir hani. Yoktur anlatabildim mi arkadaş, garibanlık işte ne yaparsın? Kış gelir yakacak odun bulamaz da, sağdan soldan çalı çırpı toplatır bu garibanlık. Eee malum ya bey ağabeyciğim, bakkal da kalmadı ki veresiyeyle karnımız doysun. Kırk metrekarelik dükkanın kapısına takmış bir branda, yazdırmış üstüne "Lütfü Market" diye. Geçen gittim, kasanın arkasına utanmamış bir de yazı asmış "sonra veririm demek de yok" diye, o paragöz Hacı Lütfü. Sonra sağlık bu arkadaş, bir şey yemeyince bozuluyor saat gibi. Geçen hastalandım, gittim sağlık ocağına ilaç yazdı doktor. Eczacı veresiye olmaz dedi, vermedi ilacı. Allah seni inandırsın ağabey, elinden şekeri alınmış çocuk gibi oturdum ağladım eczane kapısında. Hasta olduğuma değil ha, sakın yanlış anlama. Garibanlığıma ağladım be ağabey. Evde ana baba açken ben hastalanmışım çok mu? Bazen ağabey hayal kuruyorum biliyor musun?

O bunları başka bir alemdeymiş gibi anlatırken, karşısında merakla bekleyen kalabalık içinde orta yaşlı bir kadın elinde yarısı dolu pazar arabasıyla durmuş, yaşmağının ucuyla ağzını kapatıp utangaçca gülmüştü. Yüzünde bu adamı yadırgayan ya da küçük gören bir ifade yoktu. Belli ki onu daha önce de böyle konuşurken dinlemişti. Adam onun bu gülüşünü görüp mahçupça cevap verdi:

-Gülme be ablacığım sen hiç kızım okul okusun da beni kurtarsın diye hayal kurmadın mı ömründe?

Kadının utangaç gülüşü yerini hüzünlü bir tebessüme bıraktı. Adam şimdi bankamatik gibi sıralanmış berber dükkanlarına dönerek konuşmasını sürdürdü:

-Neyse güzel abilerim, dönelim benim naçizane hayalime. Bir gün eve elim kolum dolu gelmişim, divanda anamla babam yanyana oturmuş meyve yiyerek beni bekliyor. Ama görsen var ya; gitmiş bir deri bir kemik halleri, anamın kamburu yok, babamın nasırlı elleri pamuk, yanakları al al olmuş canlarımın. Sevinçle karşılıyorlar beni. Ah be ağabey hayali bu kadar güzel olan şeyin gerçeğine kalp dayanır mı?

Berberin önünde tavla oynayan yaşlı adamlardan göbekli olanı, gözlüğünün üstünden bakarak onu izliyordu. Sıkılmış olacak ki elini 'git işine' der gibi savurarak oturduğu sandalyeyi sarsacak kadar hiddetle kalktı. Bir elini cebine atmış tam gidiyordu ki bizimki ellerini dur anlamında uzatarak yolunu kesti:

-Bak ne geldi aklıma dur bir dinle de öyle git. Belki de kalbim durmasın diye felek gülmüyordur yüzüme ha, ne dersin?

Adam durup onu dinlemedi bile, yoluna devam etti. Neden sonra aniden bana döndü ve gözlerimin içine bakarak devam etti:

-Sen garibanlık nedir bilir misin fiyakalı ağabey? Resim yapardım ben eskiden ama ne resim... Görsen, evine güneş selam ediyor sanırdın. Ama yaptığım resimler gibi boyayamadım şu hayatımı biliyor musun? Elimden renkler akıp gitti, bana kala kala sobanın isi gibi siyahlar kaldı.

Gözleri dolmuştu, sesi ağlayacakmış gibi boğuk çıkıyordu artık. Derin bir soluk alıp devam etti:

-Bir ben çekememişim ciğerlerime dumanı, dedi. Gözü, camii duvarının dibinde yavrusunu diliyle yalayacak temizleyen sarı kediye takılmıştı. Üzgündü, bir kolunu kaybetmişçesine üzgündü ama devam etti:

-Öyle işte ağabey, kaderde kimsesizlik de varmış ne yaparsın?

Sonra ellerini gökyüzüne açıp, gözlerini ağzını açmadan onu dinleyen bizlere çevirdi. Ama sanki bize değilde, göremediğimiz birilerine anlatır gibi konuşmasına devam etti:

-Cesareti ne kadar kırılırsa o kadar erteler kendini insanoğlu. İsrafil sur'u üflediğinde mi uyanacakmış insanlar? Yoksa beton mezarların üzerinde çiçek bitmeyeceğini kavrayınca mı? Haa, öyleyse aferim onlara.

O büyük bir coşkuyla cümlelerini sıralarken, ben tiyatroda Hamlet'i izlermişçesine etkilenmiştim. Sonra durdu ve haftalığını istediği için çırağını azarlayan kel kafalı berbere öfkeli bakışlarla dönerek:

-Ömer'i bekleme ey insanoğlu, sen Ömer ol,dedi ve ellerini arkada birleştirip adımlarını sesli bir şekilde saya saya uzaklaştı.

Ben, ağzım yarı açık bir vaziyette durumu kavramaya çalışırken boyacı dayı:

-Meczuptur hoş gör garibi, dedi.

-Adı ne, bu kadar ağır ne yaşadı da meczup oldu bilen var mı, diye sordum. Boyacı dayı derin bir iç çekip cevap verdi:

-Kimdir, necidir bilen yok, ama Bahtiyar deriz biz ona. Belli işte yüzü gülmemiş fukaranın. Bizde bari adı gülsün diye Bahtiyar dedik.

Boyacı dayıya ücretini ödemek için cebimdeki son para olan beş lirayı uzattım. O paranın tamamını almak yerine üç lirasını geri verdi.

-Dayı eksik oldu beş alacaktın, dedim. O babacan bakışlarıyla bana baktı:

-Sana iki lira yaptım ama kimseye deme. Kalanla eve ekmek alırsın, dedi.

Yine babamı hatırlatmıştı işte. Gözlerim nemlenmişti, karşısında ağlamamak için teşekkür edip ayrıldım. Cebimde kalan son üç lirayla akşama kaç ekmek alırım hesabı yaparak, beşinci iş görüşmesine doğru yollandım. Yol boyunca aklımda iş görüşmesinde vereceğim yanıtlar yerine Bahtiyar ve söylediği şu cümle vardı; "cesareti ne kadar kırılırsa o kadar erteler kendini insanoğlu."