Yaz bitiyor.

Bitmeli artık, fazla uzadı, sündü, sündükçe lime lime oldu, olmadı mı?

Sünek bir lastik misali... Lastik sününce kokar, yazın da zaten sünek bir kokusu var. Kokularla aram iyidir. Dört mevsimin dördünü de koklayarak değişirim, zihnimin takvim yapraklarını koparırken -koklaya koklaya- en çok da yazın bitişine sevinirim.


Nostaljik kıvranmaların ağızda bıraktığı yapay sünek kokusundan rahatsızım bir de. Sahtelik, öğrenilmiş diyalog, mavra... duyduğum zaman midem bulanıyor. kokular bünyemdeki hassasiyet çıtasını düşürdü. Şöyle başarlar ya "90'larda çocuk olmak ne güzeldi, 80'lerde Yeşilçam vardı, 70'ler ee zaten..." Sayıklayan, memnuniyetsiz ve karamsar dünyamızda bilimin ve şükrün ne denli az yer kapladığı da bi 50 yıl sonra nostalji rüzgarlarıyla dile gelir işte. Oysa ışık var olduğu sürece yani herhangi bir dalgaboyunda yayılan elektromanyetik radyasyon yeryüzünü kapladığı sürece, yaratılan için umut var olacak değil mi? Ben hariç. Ondandır şükranın dozunu arttırıp nostaljiyi de bünyeden atmak adına hep birden tedavi olmalısınız, beyler bayanlar merdivenden kayanlar.


El değmemiş zihnime yerleştirdiğim kürsüye çıkıp konuşmamı başlattım. kafamda kurduğum şemada karşılıklı konuşma yok, tek ben konuşuyorum, karşımdaki milyonlar dinliyor, büyülü... onlara kokularla aram iyidir, narkotiğin aslan parçası diye sevdiği o devasa köpek kadar diyorum. şaşalıyorlar, zihinlerine köpek diye mıhlanmayayım diye ulusa seslenmek konusunda da iyiyimdir diye bağırıyorum bir ara hızımı alamayıp karşımda zavallıca toplanan siz bir yığın aptala güzel seslendim, sizinle işim bitti, şimdi sizi havaya uçuracağım, nasıl mı? Patentini Oppenheimer'dan aldığım minik atom bombamla etrafa ışıklar da saçarak sizi gümleteceğim. Neden diye aval aval bakmayın, kokuyu ışığı seviyorum ama aynı şeyi arzulayan yığınları mevcut düzenden silmek de benim tek hayalim. Belki gelecekte farklı sesler duyarız. Farklı renkleri göremeyen beni gibiler için farklı sesler çok önemli. Seslerle de aram iyidir. Gözlerimi açıyorum, karanlık karşımda , yığınlar ve patlama sesleri ve o devasa ışık bir sonraki gün zihnime gelmek üzere uykuya geçiyor. Ben yeni uyandım, Bahtiyar yan yatakta uykuda.


Bahtiyar'la aynı odayı paylaşıyoruz. Bana bir gün tembel bedenini çevirip esneyerek "Sana küf kokusunun nereden geldiğini tasvir edebilirim." dediğinde gözlerimi tavana dikmiş orada bir süre önce hayal gücümle çizmiş olduğum tavana bakıyordum. Bakmak ve görmek kesinlikle aynı şey değil. Tavana dikdörtgen bir tablo çizdim, tabloda bir koridor ve koridorun iki yanında renkli tavşanlar var -biri bunu bana anlatmıştı, ben de o günden sonra tavanımda her sabah uyanır uyanmaz filmler döndürmeye başladım. 3D, benim diyen yönetmen yapamaz. Siyah çizgiler tavşanların altından akarken zemindeki beyaz dokunuşlar bir kudsiyeti yüceltiyor. Kudiyet kimileri için sarı kırmızı yahut sarı lacivert olsa da benim nazarımda siyah beyazdı. Renklerin holiganlaştığı bir dünyada yaşıyorduk , ben de hangi renk en az holigansa onu yüceltiyordum işte. Şiddet ve kalabalıkların tek sesliliğine bir başkaldırıydı bendeki, cılız bir başkaldırı. Tablomun ön kısmında yeşil bir tavşan... Yeşil huzurlu diye değil, başkaldırımdaki cılız sesi tutup ayağa kaldırsın ben seninleyim, yalnız değilsin güveni versin diye. Hayatta her şey bir güven duygusuna dayanıyordu. o duyguyla aram pek iyi değil. Koridorun her iki yanında simsiyah kapıların sonsuzluğa açılan görüntüsü de umut duygusuydu. O duyguyu da bir türlü hayatımdan çıkaramıyorum. Umudumu mahsus hiç sevmediğim siyaha boyamıştım, utanır da dünyamı terk eder diye. Etmez ama umut fakirin ekmeği. Siyah, doğduğumdan beri benimleydi, belki ruhum üflendiğinden beri. Minik bedenimi annemin kucağına verdiklerinde ona simsiyah bakmış, ağlamamış gülmüştüm -hatırlamakla aram iyidir- büyük bir ironiyle göbek bağımdan ve annemden ayrılırken pembe kurdelesi yanaklarına pembelik veren annem hayatının şokunu yaşamış, sonradan öğrendim. Beni kız bekleyen annem önce kasıklarımın altındaki çıkıntıya ağlamış, gülmemi anlamsız bulup bir kere daha ağlamış, bir ara kafası karışıp simsiyah bakışımdaki tepkisizliğe de katıla katıla ağlamış. Katıla katıla gülen şişman babama inat annem zaten her daim katıla katıla ağlamış.


Tavşan diyordum. simsiyah kapılara yönelmiş arkadaki aynı hizada duran iki pembe tavşandan biri soldaki kapıya bakarken diğeri sağdaki kapının sadece önünde duruyor. Bu ikisi yeşil olanla bir araya gelip siyahın karanlığını kırıyor. Kırmak, ışığın kırılması, karanlık da kırılır mı diye sormuştum hiç rüya görmediğim bir gecenin sabahında. Kırılmaz demişti içimdeki karanlık. O zaman biz de karanlığa darbe indiririz demiştim. Ellerinde tüfek olan iri yarı adamlar başlarına taktıkları ışıklı fötr şapkalarla -çünkü anlatıldığı kadarıyla en çok 1950'leri seviyorum- karanlığa tüfeğin kalın ve soğuk kısmıyla çakıyor, çak sesi, doğadaki sesin yansıması ve karanlık yere düşüyor. Toparlanmasına izin vermeden tüfeğin ince yuvarlak başıyla bir darbe daha, bu sefer çıt sesi, "Adamın kemikleri parça pinçik olur kimse bu darbelere dayanmaz." diyen Fatma teyzenin sesi, dedikodu yapar gibi tiz.


Darbeyi bir tek karanlığa yapılacaksa kabul ederim, karanlığa darbe sonra gelsin tam bağımsız ışık saçan hürriyet. Önce çimenlere uzanırım, ellerimi semaya kaldırıp hayat güzel be kuşlar uçuyor derim, arsızlaşır br süre sonra da çok canım sıkılıyor kuş vuralım istersen diye söylenirim. Utanmaz arlanmaz alçak köpek insanoğlu… 


 Bahtiyar’a bir gün, "Seni çok seviyorum Bahtiyar sen benim gören gözümsün." dedim. Harıl harıl ağlamaya başladı. Ağlamak da bir çaba en nihayetinde. Acaba benim göremeyişimdeki drama mı ağlıyordu yoksa kendi görebilirliğine şükür gözyaşları mı döküyordu orasını anlayamadım. Odaya sinen tüm duvarları kaplayıp ruhumuza işleyen küf kokusu da sinirlerimizi bozmuş olabilir. Küf kokusunu anlatma Bahtiyar, ben daha garip şeyleri merak ediyorum dedim ona. Sonra başımı tavana kaldırıp bak başımı sağa çevirdim, dikdörtgen tavanın sağının en uzağındaki alçı küflenmiş, oradan dünyaya yayılıyor koku. Halbuki dışarıda hanımeli var, kocaman, kapıdan sarkan, ben onun her milimini elimle saydım, o kadar büyük ki, minicik küf kokusunu bastırıp etrafa güzel bir koku bile yayamıyor. Kocaman güzel şeylerin minicik leş bir şeyi yenmesi hiç de kolay değil Bahtiyar, boşa uğraşma, kokuya da alış dedim diye teklifi reddedilmiş her insan kadar üzüldü. 



Ayağa kalkıp sürahiye doğru 10 adım sayıyorum, yerde eski bir kilim olsa gerek topuklarımdaki toz ve sertlikten anlıyorum bunu. Kırmızıdır da zaten, kilim dediğin kırmızı olmalıdır. Üzerindeki desenleri bir ara Bahtiyar'a sormuştum ama değersiz bulup unuttum sanırım. Değersiz şeyler unutulur. Sehpanın ucunu tutup cam sürahinin üzerindeki kapağı kaldırıyorum, yine cam olan bardağa dökerken biri kör diğeri kötürüm iki adamın odasında cam olmazsa olmaz diye düşünüp Bahtiyar'a da bir bardak dolduruyorum. Her şey ellerimin hızı ve maharetine bağlı. 30 senedir bir zahmet güçlensinler. 



Bahçeden tıkırtılar geliyor, Bahtiyar anlatmıştı. Bahçede eski bir tabure, sararmış otlar, ayağı cılız masa ve tüm bu keşmekeşe tezat bahçe kapısından sarkan sarmaşık bir hanımeli bizim yaşam alanımızın en nadide parçalarıydı. Bahtiyar bana bunları anlatıyor diye ona her gün cam bardakta su taşıyordum. Kötürüm olmak doğuştan kör olmaktan daha konforludur, muhtemelen. O da ben ona su götürdükçe Tanrı'ya şükreden bir iç çekiyordu. Uyuşturucu sat, kadın pazarla, kumar oynat, kasıklarına yediğin bir kurşunla kötürüm kal ama en ufak bir iyilikte de Tanrı'ya şükret. Anlamsız anlamlı yaratıklarız. Bahtiyar'dan nefret etmiyorum, doğru yolu bulup tövbe etti, yanındaydım. O da ben ne zaman annemin ölümüne ağlasam hep yanımda olur beni teselli eder. O günleri bir ayin gibi kutsarız. Kötürüm masamıza 10 tane mum diker, yakar -en çok mum ışığının aydınlığını merak ediyorum- ellerimizi birleştirir, ağzımızda garip Arapça kelimeler yuvarlar -bütün duaları yarım yamalak biliyoruz- en son gözlerimizi kapar -ne işime yarayacaksa- en çok arzuladığımız şeyi hayal ederiz. Bahtiyar her şeyi yaşadın, neyi hayal ediyorsun merak ediyorum? diye sorduğumda “Annemin kucağında olup uyumayı hayal ediyorum.” diye ağlamış ben de bu sefer en azından bir annem vardı diye şükür gözyaşlarına boğulmuştum. İnsanlar size ağlar görünür ama ya kendi dramına ağlar ya da kendi şansının şükrüne ağlar.


Minik sunağımızdan kalkıp mumları bir sonraki sene için toparlayıp ruhsuz yataklarımıza dönüyoruz her defasında. Tavanımda kendi zihnimle çizdiğim görüntüleri oynatıyorum, yönetmen edasıyla. Görebilseydim mutlak yönetmen olurdum. Bir gün tavandaki tavşanların turuncu olanını Bahtiyar olarak düşündüm, arkadaki tavşanları da Bahtiyar'ın evreleri. Umuda bakan bahtiyar, ailesiz büyüse de okuyup sakin bir hayatı seçecekken sağdaki bahtiyarın umutla ve karanlıkla işi yoktu o hep aydınlığı parayı gücü ve kadınları seçti, yaşadı alabildiğine, sonra işte elektrik kablosunu kestiler Bahtiyar'ın. Ana arterden sapmalar yaşadı, tüm o mafyatik trafiği bir anda yok oldu. Şimdi kör bir adamın kör bir sunağında kör bir duanın kör bir tavanının ana kahramanına dönüşen Bahtiyar'a sorulması gerek tek soru: “ umuda gidip her şeyden biraz biraz yaşamak ister miydin, Bahtiyar’ım?”