Bak kelebek.


Söze en baştan başlamak, kitabın ortasından konuşmak, defterin arkasından yazmaya başlamak gerekiyor bazen. Matematikçiler buna olmayana ergi metodu diyor. Ben "Ne diyor lan bunlar?" diyorum. Sigarayı ters tutup yakmaktan bahsetmiyorum ya da bileğini kör bir jiletle damarlarına paralel kesmekten. En yakın gayenin bile bulutların üzerine asılmış yıldızlar kadar uzakta olduğu savrulmuş bir hayattan bahsediyorum. Fırtınanın müziğine kapılıp dans eden bir yaprak gibi ya da toprağa kavuşmadan buharlaşan bir yağmur tanesi gibi. Benliği korumak için tane tane örülen kumdan duvarlardan, kalbe ve ruha açılan camdan kapılardan bahsetmek istiyorum biraz da... Ancak; üflesem yıkılır, çarpmaya korkuyorum.


Asırlar öncesini, dakikalar sonrasını tek nefeste anlatmak bütün çabam. Geceden yapılmış simsiyah bir kağıdın üzerine güneş ışıklarıyla kalem tutmak gibi aslında. Adrese teslim giden bir kurşun gibiyim. Hedefe yaklaşmışken infilak eden bir kurşun. Vazgeçmiş bir kurşun. Engelli koşuda bütün engelleri tekmeleyen bir atlet gibi agresif, tutuk. Huzursuzluğu çağrıştırıyorum aynaya her baktığımda. Gülüşlerimde umut dolu yanlarımın yadsınamaz ayıbı. Sakallarıma bıçak vurulmuş, göz kapaklarımda geçmişin ayak izleri... Rüzgârını özlemiş külden bir evim ben. Kaç tane dağ sığar ki bahçeme?


Bak kelebek,

tırtılını öldürdüğün için sen suçlu değilsin.