1.     Giriş


15. yüzyılın Osmanlı Devleti, kültür ve medeniyet sahasında bir ilerleme dönemi içerisine girmiş; devletin yükselme devrine tekabül eden bu süreç aralığında Türk dili ve kültürü yalnızca edebi sahada etkili olmamış; saray, ordu ve memuriyet çevresinde de teşekkül etmeye başlamıştır. Orhan Gazi devrinde kurulan ve Yıldırım Bâyezîd’in iktidarda olduğu yıllarda gelişme göstermeye devam eden saray hayatı, zamanla edebî bir merkez haline gelmeye başlamıştır. Bu asırda kültürel hareketleri başlatan, koruyup geliştiren, Türkçenin bir devlet dili olmasına zemin hazırlayan şahsiyet Sultan II. Murad olmuştur.[1]


16. yüzyıl da bu oluşumların ekseninde şekil almış, Türk kültür ve sanatının ülke çapında hızla gelişim gösterdiği ve tarihteki en parlak dönemini yakaladığı bir asır haline gelmiştir. İlim ve sanat sahasında ivme kazanan büyük gelişmelerin ilk durağı, İstanbul olmuştur. Devletin sınır hattının genişlediği yükselme devrinde ise Kanunî Sultan Süleyman, şehrin kalkınması ve Türk kültürünün bir parçası haline gelmesi için hem imar alanındaki çalışmalara hem de sanatçıyı koruyup himayesi altına almasıyla sanata büyük katkıda bulunmuştur. Bu alanlarda hünerli olduğunu düşünen pek çok zat şehre akın etmiş, yazıp çizdiklerini sultanın beğenisine sunmak için sıraya girmiştir. Klasik Türk edebiyatının en büyük şairlerinden biri olan Bâkî de bu kimseler arasında yer almış, Kanunî’nin takdirini ve musahipliğini kazanmıştır. Şiirleri, orijinal söyleyişi ve âlimâne duruşuyla ülkenin sınırlarını aşacak kadar büyük bir üne kavuşmuş; devrinin “Sultânü’ş-şuârâ”sı olarak anılmaya nail olmuştur.


1.1. Bâkî’nin Hayatı ve Edebî Kişiliği


Asıl adı Mahmud Abdulbâkî’dir. 1526-27’de İstanbul’da doğmuştur. Babası Fatih Camii müezzinlerinden Mehmed Efendi’dir. Fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Bâkî, saraç çıraklığı ile uğraşmış; bazı kaynaklara göre de cami kandillerinin yakılması işi olan “serrâc” çıraklığında bulunmuştur.


Küçük yaştan itibaren okuma ve öğrenme arzusu içinde olduğunu gören babası, oğlunun ilim ve sanat yolundan gitmesini sağlamak için müderrislerin yanına verilmesini sağlamıştır. Burada iyi bir medrese tahsili görmüş; Karamanî Ahmed ve Mehmed efendilerden, daha sonraları ise Süleymaniye müderrislerinden Kadızâde Şemseddîn Ahmed gibi devrin tanınmış âlimlerinden ders görmüştür. Nevʿî, Edirneli Mecdî, Hoca Saadeddin, Üsküplü Vâlihî ve Karamanlı Muhyiddin gibi ileride birer alim ve şair olacak kişiler ile sıra arkadaşı olmuştur.[2]


Tahsilinin yanı sıra şiirle de uğraştığından, dönemin şöhret sahibi sanatkârlarıyla tanışıp onların şiirlerine nazireler yazarak kendi sesini bulma yoluna gitmiştir. Bu süreçte Zâtî’nin Beyazıt Camii avlusundaki remilci dükkanına sık sık giderek yazdığı gazelleri ona sunmuş, iyi ve eksik yanlarını görmeyi amaçlamıştır. Zâtî’nin şiirlerine söylediği nazireler ile kendi şiir dilini olgunlaştırmaya, orijinal bir söyleyiş elde etme gayesiyle teknik bilgisini geliştirmeye çalışmış; Hocası Karamânîzâde Mehmed Efendi’ye yazdığı “sünbül” redifli kaside ile edebî kişiliğinin tanınmasını sağlayan ilk çalışmasını ortaya koymuştur.


1555’te Nahcivan Seferi’nden dönen Kanunî Sultan Süleyman’a ilk defa bir kasidesini takdim etmiş ve padişahın takdirini kazanmayı başarmıştır. 1556’da Halep’e giderek kadı nâipliği yapmış; buraya birlikte geldiği hocasının kadılıktan istifa etmesi üzerine, 1560’ta tekrar İstanbul’a dönmüştür. 1561 yılında, Rüstem Paşa’nın ölümünü takip eden süreçte, danişment olmuş; bir müddet sonra ise müderris olarak farklı bölgelere tayin edilmiştir. Son naklinin İstanbul’a çıkmasıyla gelişen fırsatları iyi değerlendirmiş; Kanunî’nin kendisine ilettiği şiirlerine nazireler yazmaya, ona kasideler sunarak iltifatını kazanmaya başlamıştır. Aralarında gelişen bu yazışmalar sonucunda Bâkî, hünerlerini padişaha gösterme şansı yakalamış; onun emri üzerine divanını tertip etmiştir.


Haziran 1566’da hacda bulunan babasının ölüm haberini almış, bunun ardından Kanunî Sultan Süleyman’ın öldüğü haberi de kendisine ulaşmıştır. Uzun bir süre boyunca himayesi altında bulunarak şairlik kimliğinin gelişmesinde ve aralarındaki samimi dostluk bağının şekillenmesini hoş sohbetleri ile bâki kılan padişahın ölümü üzerine, ünlü mersiyesini kaleme almıştır. Mersiyesinin son kısmına ise, Kanunî’nin ardından tahta çıkacak olan II. Selim’e intisap ettiğini dile getirdiği bir bölüm eklemiştir.


Aradan geçen birkaç yılın ardından Sokullu Mehmed Paşa’nın himayesini elde etmiş, padişahın hususi meclisine girmeye de hak kazanmıştır. Onun birkaç şiirini tahmis ve tanzir etmiş, şahsına kasideler yazarak huzuruna sunmuştur. Aralarında gelişen bu alaka sonucunda itibarlı bir mevkide bulunmaya hak kazanmış, bu durum III. Murad’ın cülûsundan sonra da devam etmiştir. Yaşanan bir yanlış anlaşılma dolayısıyla Bâkî azledilmiş fakat sonrasında kendisini koruyanların aracı olmasıyla bağışlanması sağlanmıştır. 7 Nisan 1600 tarihinde vefat etmiştir.


Daha gençlik yıllarından itibaren gittikçe artan bir takdire ve yüksek mevkilerde bulunarak devamlı bir şöhrete ulaşan Bâkî, dünya nimetlerinin tadını çıkarmaktan geri durmayan, hayatın zevk ve eğlencesini yakalamayı bilen bir şairdir. Yaşama karşı olan bu tutumu, kişiliğinin bir yansıması olarak şiirlerine de dahil olmuş; rindane üslubuyla ve özgün sesiyle sanatını icra etmiştir. Hoşsohbet, nükteci ve neşeli tavrı onun çevresi tarafından sevilmesini sağlamış, dürüst ve yardımsever oluşunun da ayrıca etkisi olmuştur.


Kanûnî’nin hükümdarlığı sırasında çağının en büyük şairi sayılarak kendisine “Sultânü’ş-şuarâ” unvanı lâyık görülmüştür. Şiirde söyleyiş tarzında yenilikler yapmış, imale ve zihaf gibi kusurları belli ölçüde en aza indirmeyi başarmıştır. Dolayısıyla her bakımdan son derece kusursuz şiirler kaleme almış; her birini adeta bir mimari yapı gibi özenle inşa etmiştir. Her ne kadar sayısız kaside yazmış da olsa Bâkî, her şeyden önce bir gazel şairidir. Onun bu türde yazdığı şiirleri, muhteva bakımından temelde hayatın zevklerini terennüm etmiş; insanın ömrünü elinden geldiğince aşk, içki ve eğlence meclislerinde geçirmesini ve hayatın tadına varmasını felsefe edinmiştir. Bunu yaparken de çeşitli edebi sanatlardan faydalanarak, kalemini zenginleştirmiştir.


Divan şiirine İstanbul Türkçesini yerleştirmiş; bunu bütün inceliğiyle ve akıcı bir üslupla işlemeyi başarmıştır. Yeri geldiğinde mahalli unsurlara da başvurmuş; atasözleri, deyimler ve halk söyleyişlerinden de beslenmiştir. Ürünlerini bu alanda oluşturduğundan, şehir ve tabiat görüntülerini de şiirlerine yansıtmış; zarif İstanbul edasıyla Nedîm’in bir habercisi olmuştur. Onun üslubu güzel, hoş, renkli, latif bir özelliktedir. Nasıl ki içki meclisinde herkesin gözü, arzusu içi şarap ile dolu sürahide ise; Bâkî de rengin üslubu sayesinde yaşadığı devirde diğer şairlerden daha üstün bir dereceye ulaşmayı başarmıştır:


Ser-firâz olsak bu devr içre ‘aceb mi Bâkıyâ

Biz sürâhîveş bugün rengin edâya mâliküz[3]


Bâkî’nin üzerinde durduğu hususlardan biri de belâgat konusudur. Nitelikli bir şiirin özellikle bu yönden gelişmiş olması gerektiğini savunmuş; sözün açık ve anlaşılır olmasına verdiği bu önemi, şiirdeki inceliğin ve güzelliğin görülmesinin kolaylaşmasını sağlayan bir etken olmasına bağlamıştır.


Bâkî, şiirlerinde tasavvufî öğelere hemen hiç yer vermemiştir. Tasavvufu ve tasavvufî aşkı konu edinmemiş, daha çok beşerî aşkı ele almıştır; gerçek dünyaya, bütün güzellere ve güzelliklere karşı âşık bir tavır sergilemiştir. Kadılık yapmasına ve şeyhülislâmlık makamına çok yaklaşmasına, dinî bir şahsiyete sahip olmasına, rağmen Dîvân’ında tevhîd, naat veya münâcât türünde hiçbir şiire rastlanmamış; kasidelerine bile dinî bir girişle başlamamıştır. Genelde dünyevî unsurlar eserlerinin muhtevâsını oluşturduğundan, yazdığı şiirler ilk anlamıyla açıklanabilecek bir özelliğe sahip olmuş; altında çok derin manalar arama gereği duyulmamıştır.


1.2. Eserlerinin Tanıtımı


1.2.1. Divan, Bâkî divanını ilk defa Kanunî Sultan Süleyman’ın isteği üzerine toplamıştır. Daha sonra yazdığı yeni şiirleri eklenerek, değişik tarihlerde divanın yeni ve farklı tertipleri ortaya konmuştur. Ölümünden sonra istinsah edilenlerle divanının kütüphanelerdeki nüsha sayısı 100’ü aşmıştır.  Bâkî divanının ilkin 1859’da kötü ve çok yanlışlı bir taş baskısı yapılmış, daha sonra R. Dvorak tarafından gazelleri esas alınarak Almanya’daki bir kısım nüshaları üzerinden yetmiş sayfalık bir önsözle yayımlanmıştır. Sadeddin Nüzhet Ergun tarafından da bazı nüsha karşılaştırmaları ile ilk defa Latin harfleriyle 1935’te basılmıştır.[4]


1.2.2. Fezâilü’l-cihâd, Bâkî’nin Arapçadan mensur tarzda tercüme ettiği eseridir. Ahmed bin İbrahim ed-Dımaşkî’nin Meşâri’u’l-eşvâk ilâ Mesâri’i’l-Uşşâk adlı kitabından Türkçeye çevrilmiştir. Arapça aslından farklı olarak Bâkî tarafından esere “cihâdın faziletleri” manasına gelen Fezâ’ilü’l-Cihâd adı verilmiştir. Bu mensur eser, Sokullu Mehmed Paşa’nın isteği üzerine kaleme alınmış ve kendisine sunulmuştur. Cihadın önem ve erdemlerinden bahsederek Müslümanları kâfirlerle savaşa teşvik eden bu eser, bir mukaddime, 33 bâb ve bir hatimeden meydana gelmiştir.[5]


1.2.3. Meâlimü’l-Yakîn fî-Sîreti Seyyîdi’l-Mürselîn, Bâkî’nin İmam Şihabüddin Ahmed b. Hatib el-Kastallânî’nin El-Mevâhibü’l Ledünniyye Bi’l-Minahi’l-Muhammediyye adlı siyer kitabının tercümesidir. Çeşitli ilave ve çıkarmalarla kitap üzerinde önemli ölçüde değişiklikler yapmıştır. Sokullu Mehmed Paşa’nın emri üzerine kaleme alınmıştır.


1.2.4. Fezâil-i Mekke, yine Sokullu’nun emri üzerine Bâkî’nin Mekke kadılığı yaptığı esnada, XVI. asır Arap müelliflerinden Kutbüddin Muhammed b. Ahmed el-Mekkî’nin El-i’lam fi-Ahvali Beledi’llahi’l-Harâm eserinden yaptığı çevirisidir. 1579’da görev süresinin bitimi üzerine İstanbul’a dönmüş ve eseri, III. Murat’a takdim etmiştir. Eser Mekke'nin tarihinden ve bilhassa Osmanlı sultanlarının oradaki hayratından bahsetmektedir. Çeşitli kütüphanelerde nüshaları vardır. Bunlardan en mükemmeli Köprülü Kütüphanesi'nde olanıdır.


2. Gazelin İncelemesi


Bâkî’nin incelenecek bu şiiri, gazel nazım biçiminde yazılmış; aa/ba/ca… şeklinde devam eden kafiye örgüsüne sahip, aruzun fâ’ilâtün/ fâ’ilâtün/ fâ’ilâtün/ fâ’ilün kalıbıyla oluşturulmuş bir nazımdır. Beşerî aşkı ele alması bakımından âşıkane, beyitler arasında mana yönünden herhangi bir kopukluk bulunmaması özelliğiyle de yek-âhenk bir gazel örneğidir. Toplam 5 beyitten oluşmaktadır.


Gazelin alındığı kaynak Prof. Dr. Sabahattin Küçük’ün yayımladığı Bâkî Dîvânı olup, Osmanlı Türkçesi yazımına Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı’nın arşivinden ulaşılmıştır. Bu yazma eser, Süleymaniye Kütüphanesi’nde Dîvân-ı Bâkî ismiyle bulunmakta; koleksiyon numarası 02616, bibliyografik kayıt numarası ise 381170 olup 105 sayfadan meydana gelmektedir. Müellifi Bâkî, Mahmûd Abdulbâkî b. Mehmed el-İstanbulî’dir. Alfabe ve yazı türü, talik ve Arap harfli olarak kaydedilmiş; konu bakımından edebiyat ve retorik başlığı altında verilmiştir.


2.1. Gazelin Metni


2.1.1. Osmanlı Türkçesi Yazımı[6]


خلق عالم كل سويدى كاشكى بلبل كبي

اول لبى غنچه بڭا قالوردى تنها كل كبى

 

زلف عنبر بيوڭڭ سودالريدر دوستم

عاشقڭ حالن پريشان ايلين سنبل كبي

 

اكسك اولمز سيندن كل كبى تازه داغلر

ناله لر قلسه عجبمى مرغ دل بلبل كبى

 

كاكلڭ سودالرندن دوشدى كوڭلم زلفكه

بر بلا داخى اول اولدى باشمه كاكل كبى


چشمم اوزره كورينن خونابه صنمه باقيا

كوزمه كلدى شراب عشق دلبر مل كبي


2.1.2. Çeviri Yazı Alfabesine Aktarımı[7]


-492-[8]


Fâ’ilâtün/ Fâ’ilâtün/ Fâ’ilâtün/ Fâ’ilün


I Ḫalḳ-ı ʿālem gül seveydi kāşkī bülbül gibi

Ol lebi ġonça baña ḳalurdı tenhā gül gibi


II Zülf-i ʿanber-būyuñuñ sevdālarıdur dūstum

'Āşıkuñ ḥālin perīşān eyleyen sünbül gibi


III Eksük olmaz sīneden gül gibi tāze dāġlar

Nāleler ḳılsa ʿaceb mi mürġ-i dil bülbül gibi


IV Kākülüñ sevdālarından düşdi göñlüm zülfüne

Bir belā daḫı ol oldı başuma kākül gibi


V Çeşmüm üzre görinen ḫūn-ābe ṣanma Bāḳıyā               

Gözüme geldi şarāb-ı ʿaşḳ-ı dil-ber mül gibi


2.2. Beyitlerin Şerhi[9]


Bâkî’nin bu gazeli şerh edilirken, özellikle mazmunlar üzerinde durularak açıklamalar yapılmış; beyitlerin genel tahlili terimlerin anlamlarının verilmesinin ardından ortaya konmuştur.


I. Halk-ı ‘âlem gül seveydi kâşkî bülbül gibi

Ol lebi gonca baña kalurdı tenhâ gül gibi


"Dünyadaki tüm insanlar keşke bülbül gibi gül sevseydi; -böylece- o gonca dudaklı, gül gibi sevgili yalnızca bana kalırdı."


Gül, güzel kokulu ve hoş bir görünüme sahip olması bakımından Divan edebiyatında sıklıkla “sevgili” unsuru tasvir edilirken kullanılmış; bir sembol olarak şiirlerde yer almıştır. Bu sahanın mihenk taşı haline gelmiş bir motifi olması dolayısıyla şairlerin vazgeçilmezi olmuş; bu husus da “şeh-i ezhâr, sultân-ı gül, hüsrev-i gül, dâver-i ezhâr” gibi sözlerle ifade edilmiştir.[10] Zaman zaman beyaz ve sarı renkli oluşuyla tasvir edilse de daha çok kırmızı rengi üzerinden benzetmeler ve söz sanatlarına gidilmiştir. Bir diğer yandan, pek çok farklı özelliği dolayısıyla Hz. Muhammed’i sembolize eden bir tarafı da olsa Bâkî’nin şiirleri içerik bakımından dinî ve tasavvufî konulara uzak olduğundan; gazelde geçen “gül” motifleri âşık-sevgili çerçevesinde zuhur eden unsurlar dahilinde değerlendirilmiştir.


Bütün klasik Doğu edebiyatında olduğu gibi gül motifinin yer aldığı pek çok şiirde “bülbül”den de söz edilmiş; gülün bir eşlikçisi olarak, ayrılmaz bir bütünün iki parçası halinde eserlere konu olmuşlardır. Bülbül, kulakları okşayan kadife gibi sesi, gülün dalları ve yaprakları etrafında pervane olması dolayısıyla âşık ile benzeştirilmiş; bu anlamın oluşmasında gülün sevgili olarak tanımlanmasının da bir etkisi olmuştur. Teşhis yoluyla âşığın bütün özelliklerinin yakıştırıldığı bülbül, gülün daha da kırmızı olması için kendi kanını feda etmiş; yeri geldiğinde sabahlara kadar feryat ederek aşkını haykıran bir duruş sergilemiştir. Efsaneye göre; gönlü bülbülde olmayan gül, kendisinden habersiz üzerine konan bu kuşu yaralamış; akan kanı da rengini kırmızıya çevirmiştir. Bülbül, anlamsal açıdan bu nitelikleri kapsıyor olsa da gazelin bu ilk beyitinde, kırmızı renge veya âşığın feryadına bir atıfta bulunulmamış; daha ziyade âşığın kıskanç olma özelliği ve sevgili unsuru gül ve bülbül ile ilişkilendirilerek verilmiştir.

Gonca dudaklı gül gibi sevgiliyi diğer güllerden ayrı kılan özelliği yalnızca âşığa mahsus olmasıdır. Başkalarının uzak durması suretiyle, sevgilinin yalnızca kendisine kalmasını isteyen âşık; onu tüm alem halkından kıskanmakta, kimseyle paylaşamamaktadır. Burada dikkati çeken unsurlardan biri sevgilinin gonca dudaklı olmasıdır. Dudak; rengi, şekli, tadı ya da âşığa can veren ve âşığı yıkan sözlerle ön plana çıkmakta ve genelde gonca ile bir bağlantısı bulunmaktadır. Divan edebiyatında “gonca”, gülün açılmamışı yani “halvet” halidir; dudaklarla “hem-râz” bir halde bulunmaktadır.[11] Kapalı bir biçime sahip olmasından dolayı, kendisine sırrı saklama özelliği atfedilmiş; gülün her şeyi ortaya seren, hafifmeşrep halinin aksi olarak şiirlerde yer almıştır.


Beyitteki anlamıyla da el değmemiş ve tek olma sıfatlarını bünyesinde barındırdığından, âşığın yalnızca kendisine saklamak istediği bir sembol halini almıştır. Aynı zamanda goncanın duruşu, dudak ile rahatça ilişkilendirilebilecek zarif bir yapıya da sahiptir. Âşığın onun için yanıp tutuştuğu sevgilisi, bu zarafeti kendisinde bulundurması ve pâk-dâmen özelliğiyle diğer güzellerden farklı bir konumda yer almaktadır. Sevgilinin bu özgün duruşunu ve asaletini kimsenin görmesini istememekte; yalnızca kendisine kalması için büyük bir arzu duymaktadır. Bu tanımlalar doğrultusunda gül, bülbül ve gonca arasında tenasüp sanatına başvurulduğu; gül ile sevgili, âşık ile bülbül ve gonca ile dudak arasında ise teşhis sanatının etkili olduğu ve bunun “gibi” benzetme edatıyla güçlendirildiği söylenebilir.


II. Zülf-i ‘anber-bûyuñuñ sevdâlarıdur dûstum

‘Âşıkuñ hâlin perîşân eyleyen sünbül gibi


"Dostum, sümbül gibi âşığın halini perişan eyleyen, sevgilinin amber kokulu saçının sevdalarıdır."

zülf-i ‘anber-bûyuñuñ: anber kokulu saçının, dûst: Far. dost.


Sümbül, kökeni Farsça olan bir kelimedir ve Divan şiirinde sıkça rastlanan çiçek türlerinden biridir. Daha önceki beyitte geçen gül ve gonca çiçeklerinde olduğu gibi sümbül de sevgilinin özelliklerinden birine atıfta bulunduğundan, şairler tarafından sıkça kullanılan bir mazmun halini almıştır. Şekil ve kokusu itibariyle sevgilinin saçı, zülfü, kakülü vs. unsurları birer benzetme öğesi olarak şiire dahil edilmiş, dağınık-kıvrımlı olması ve hoş kokması bakımından da yine saç unsuruyla ilişkilendirilmiştir. Buradaki dağınıklık kavramı, âşığın perişanlığı ile ilintili olarak şiire dahil olmuş; beyitte geçen “sünbül gibi âşığın halini perişan eyleyen” ifadesi de bu mefhumun bir parçası olarak karşımıza çıkmıştır.


Âşık, klasik Türk şiirinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu dönem anlatısının temel yapısı, şairin bir âşık olarak muhtevaya dahil olmasıyla şekillenmiş; sevgiliye ait bir özellik, bir söz, bir bakış âşığın gönlünün çarpması ve sarhoşluk sınırında gezmesi için yeterli olmuştur. Sevgiliden gelen her türlü eziyete katlanabilecek kadar cömert ve son derece sadık bir karaktere sahiptir. Ona ulaşmak için geçtiği yollar ne kadar tehlikeli olursa olsun; büyük bir sabır göstererek, tüm acılara katlanarak, içli “ahlar eşliğinde hayatın manevi basamaklarını tırmanmaktan asla bıkmamıştır. Bu aşk, maddi açıdan ele alındığında dünyevî bir sevginin göstergesi olabileceği gibi; tasavvufî açıdan incelendiği takdirde Allah’a duyulan bağlılıkla da ilişkilendirilebilir. Buradan hareketle “aşk” kavramının iki farklı açıdan tetkik edilebileceği söylenebilir: Tasavvufta aşk ve Divan edebiyatında aşk.


Tasavvufta aşkın özünü, “vahdet-i vücûd” felsefesi oluşturmaktadır. Allah’ı bilmeyi, tanımayı, onun yolunda kaybolmayı ilke edinen bir anlayış çerçevesinde konu bütünlüğü sağlanmıştır. Bunun anlamı, varlığın hakikatinin ancak seyrüsülûk yoluyla beşerîlikten tamamen soyutlanmak suretiyle idrak edileceğidir.[12] Divan edebiyatındaki aşk ise, âşık ile maşûk arasında daha çok âşığı ilgilendiren bir durumdadır. Seven için aşk sonsuzdur. Buradaki aşkın yüceliği onun gizli tutulmasındadır, sevilen ve sevenden başka kimse buna mahzar olmamalıdır. Âşık, günlünde açılan yaralardan asla şikayetçi olmamakta ve çektiği acının değeri onda paha biçilemez bir mertebede yer almaktadır. Öyle ki özellikle üzüldüğü takdirde aşkı istemekte, onu için yanıp tutuşmaktadır. Yüreği kanla dolu, çaresiz, kendinden geçmiş bir halde olan, perişanlık içinde betimlenen âşık, bu özellikleri taşımaktan asla yorulmayan; bilhassa bu ıstıraplar kuyusuna gözü kör bir şekilde atlamaktan hiçbir zaman çekinmeyen bir karakterdedir.

Beyitte de bu niteliklerinden “perişanlık” meselesine sümbül ile bağlantılı olarak bir göndermede bulunulmuştur çünkü sevgilinin saçı, bu çiçek gibi dağınık ve deste deste bir halde bulunmasıyla birlikte; perişan ve düzensiz bir şekle de sahip olmasıyla yönüyle aşığı perişan eylemiştir. Ayrıca, amber kokulu olduğuna da değinilerek, hoş bir buy ile donatıldığı belirtilmiştir. 


Amber, bir çeşit ada balığından elde edilen yumuşak, yapışkan, kara renkte ve güzel kokulu bir maddedir. Şiirde de kokusu ve rengi münasebetiyle zülüf ile ilişkilendirilmiş, sevgilinin saçını niteleyen bir diğer motif olarak karşımıza çıkmıştır. Genel anlamda, bu benzetmeler oluşturularak aşığın halini perişan eyleyenin sevgilinin saçının burnuna gelen hoş kokusu olduğuna ve geceden bile kara olarak nitelendirebileceğimiz saçının siyahının aşığın gönlünde yarattığı ıstıraba dikkat çekilmiştir. Saçının bu renginin ilintili olduğu bir başka temel sözcük ise “sevda” terimidir. Kelime anlamı olarak kara ve simsiyah anlamlarına gelmekte, insan mizacına etki eden 4 temel sıvıdan biri olmaktadır.[13] Bedende daima dengeli bir şekilde bulunan bu sıvılardan herhangi birinde görülen artış veya azalış, sinir ve akıl hastalıklarının yaşanmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Sevda, kalpte bulunan siyah bir sıvının aslıdır. Bu beyitte de sevgilinin saçının siyahlığının aşığın kalbinde, gönlünde yarattığı karanlığa değinilerek bir benzetme yapılmıştır. Onun halini perişan eden sevgilinin, belki rüzgârın etkisiyle burnuna ulaşan, amber kokulu saçları ve bu saçların siyahlığının gönlünde yarattığı karanlıktır. Perişan bir halde bulunması, kalbindeki sevda sıvısının artışı neticesinde aklını yitirme eşiğine gelmesinin bir sonucu olarak da yorumlanabilir.


III. Eksük olmaz sîneden gül gibi tâze dâglar

Nâleler kılsa ‘aceb mi mürg-i dil bülbül gibi


"Âşığın göğsünden gül gibi taze yaralar hiçbir zaman eksik olmaz, -o halde- gönül kuşunun bülbül gibi iniltiler çıkarmasına şaşmamalı."

sîne: gönül, göğüs, kalp; dâg: sıcaklıktan meydana gelen kızarıklık, nâle: inleme, inilti; mürg-i dil: gönül kuşu.


Sîne; göğüs, gönül, bağır anlamlarına gelmekte ve âşığın hislerinin algılandığı yer olarak tanımlanmaktadır. Acı, ıstırap, heyecan vb. pek çok duygunun sezildiği bölümdür. Dağlama yaralarının, diken ve taşın yarattığı zedelenmelerin bulunduğu bir bölgedir. Klasik Türk şiirinde âşığın göğsü her zaman yara bere içinde ve kanlı olarak tasvir edilmiştir. Sînenin kanlı oluşunda hüsn-i ta’lîl sanatı etkilidir, zira kalp zaten kan ile doludur. Âşık, göğsünde sevgilinin saçını, aşkını vs. taşımaktadır. Beyitte geçen ifadede, aşığın göğsünün dağlanmış bir durumda tasvir ediliği görülmektedir. Dağlama, vücudun herhangi bir yerine sıcak bir cisimle temas edilmesi sonucunda oluşan kızarıklıktır. Bu, maddi anlamdaki bir açıklaması olup, şiirdeki soyut anlamından farklıdır. Divan edebiyatında, gönülde açılan yara ile ilişkilendirilmiştir. Bunun sebebi, sevgilinin kendisi, cefası, kederi, aşığın rakibine duyduğu ilgi vb. nedenler olabilir. Dağın genelde bahçe unsurlarıyla birlikte verildiği görülmektedir. Yaranın renk, şekil ve tazeliğini anlatmak için çeşitli çiçekler üzerinden benzetmeler yapılarak açıklamaya gidilmiştir. Gül, gonca, karanfil ve lale dağla birlikte kullanılan bahçe unsurları olmuştur. Bu beyitte de dağ yarasının tazeliği; maddi anlamda göğsün kızarmasına, kanamasına sebep olması, gönlü yaralaması yönündeki etkenlerden dolayı gül gibi kırmızı renkli ve canlı bir çiçek ile bağdaştırıldığından renk sembolizmi üzerinden ele alınmıştır. Aynı zamanda dağlama eylemi şekil itibariyle de güle benzetilmektedir. Âşığın sînesindeki yaraların hep taze kalmasının sebebi, sevgilinin ok gibi kirpiklerinin çevrelediği bakışlarının hedefi olmasından kaynaklanabilmektedir. Bülbülün güle olan aşkından dolayı çektiği cefalar sonucunda inlemesi gibi, âşık da göğsündeki sızı dolayısıyla iniltiler koparmaktadır fakat bu durumdan, tıpkı bülbül gibi, hiçbir zaman şikayetçi olmamaktadır.


Mürg-i dil, kısaca gönül kuşu olarak tanımlanabilir. Divan şiirinde âşığın gözü, bakışı, gönlü ve canı bir kuş olarak tasvir edilebilmektedir. Beyitte de “mürg”, âşığın gönlünün bir ifadesi olarak yer almıştır. Gönlü bir kafes olarak düşündüğümüzde, kuşun bu bölgede tuzağa düştüğü ve yara aldığı yorumu da yapılabilir. İlk dizede geçen ifadedeki “sînenin dağlanması” zarar görmesi ve kanaması, gönül kuşunun vaziyetiyle ilişkilendirilebilir. Bu kuşun çıkardığı iniltiler, bülbülün gül için feryat etmesiyle benzerlik göstermektedir. Şair, âşığın göğsünün sevgilinin cefası ve güzelliği karşısında derin yaralar aldığına ve bu yaraların hiçbir zaman silinmediğine değinmiş; gönül kuşunun bu acı dolayısıyla iniltiler çıkardığını ifade etmiştir. Bunu yaparken de bülbül, mürg, gül ve dil ile sîne arasında tenasüp sanatına başvurmuştur. Ayrıca, “gibi” benzetme edatı ile gül ve dağ arasında şekil ve renk yönünden bir benzetme kurulmuştur.


IV. Kâkülüñ sevdâlarından düşdi göñlüm zülfüñe

Bir belâ dahı ol oldı başuma kâkül gibi


"Senin perçeminin siyahlığına karışan gönlüm, yanaklarına dökülen saçının kıvrımına kapıldı; o da kâkül gibi başıma bir başka bela oldu."


Kakül, alına dökülen perçem olarak tanımlanmakta; yanaklara düşen kıvrımlı saç buklesi anlamına gelen zülüf ile aynı anlamda kullanılmaktadır. İkisi de sevgilinin güzellik ögelerinden biri olarak şiirlerde sıkça yer almış ve saçın kesimini ifade etmek için kullanılan motiflerden biri haline gelmiştir. “Sevda” sözcüğünün karanlık ve simsiyah anlamlarını taşıdığına bir önceki beyitte ayrıntılı olarak değinmiştik. Âşığın gönlünün karanlıklar içinde kalmasına yol açan, sevgilinin saçının siyahlığı olup; klasik şiirde genellikle bu motif ile belirtildiğini açıklamıştık. Bu beyitte de sevgilinin alnına dökülen saçlarının siyahlığı, “kakülün sevdaları” ifadesi ile verilmiş ve aşığı mest etme özelliğinde olduğundan bahsedilmiştir.


Âşık, önce sevgilinin alnına dökülen saçlarının siyahlığına kapılmış; sonra ise yanaklarını çevreleyen kıvrımlı saç buklelerini gönlü gözüyle takip etmiş, bu siyahlığın daha da meftunu olarak kalbini bir karanlık gibi sarıp sarmalamasına engel olamamıştır. Gönlüne dolan bu zifir rengi, onun akli dengesinin şaşmasına ve acılar içinde kalmasına sebebiyet vermiş; sevgilinin kakülünün kendisini perişanlığa ittiği gibi, bu da başına bir başka bela olmuştur. Burada geçen bela kavramı, kelime anlamı olarak gam ve keder şeklinde tanımlanmış, Divan şiirinde sıkça başvurulan ifadelerden biri olmuştur. Sevgilinin güzelliği ile ilgili her türlü unsur âşık için bir bela niteliği taşımaktadır. Beyit de bu yönden ele alındığında; sevgilinin perçeminin siyahlığının ve zülfünün kıvrımının âşığın kalbini mest ettiğine ve karanlıklar içinde bıraktığına değinen şair, yine sevgilinin alnının tepesinden filizlenen kaküllerin âşığın gönlünü sıkıntıya sürüklediği gibi başını da gama ve kedere buladığını, başına bir başka bela olduğunu anlatmak istemiştir. Bela sözcüğünün hem kendi anlamında hem de gam, keder anlamlarında kullanılmasından hareketle, tevriye sanatının kullanıldığı söylenebilir.


Gönül, âşığın aşkıyla ilgili her türlü gelişmenin yaşandığı yerdir. Klasik Türk şiirinin merkezinde yer alan kavramlardan biri olmuştur. Gam ve kederle beslendiği, sevgilinin hayali ile mutlu olduğu, bir bakışıyla kendinden geçtiği yorumlarına ulaşıldığı takdirde, âşık ile bir bütün halinde bulunduğu çıkarımına da varılabilir. Sevgilinin güzelliği karşısında darmadağın olmuş, bu durumu pek çok farklı şekilde ifade edilmiştir. Sevgili gönül denen sarayda misafirdir. Bu saray bazen taht, dîvân ve meclis olarak da görünür. Âşığın gönlü sevgilinin saçları arasında yurt edinmiştir. Onun her bir tel saçı ucunda bir âşığın gönlü asılıdır.[14] Sevgilinin kara saçları geceye benzemekte, aşığın gönlü gecenin bu siyahlığına kapıldığında da bir tehlikeye doğru meyletmektedir. Beyitte geçen zülüf de yine siyahlığı yönünden sevda ile ifade edilmiş, âşığın gönlünü avâre ve perişan eylemiştir. Bazı kaynaklarda geçen tanımlamalara göre, gönül bir kuş olma özelliği de gösterir; buradan yola çıkılarak gönül için sevgilinin simsiyah saçlarına takılmış bir tutsak olduğu yorumu da yapılabilir. Tüm bu incelemeler doğrultusunda beyit içinde geçen ifadeler, âşığın gönlünü sevgilinin kakülünün siyahlığına ve zülfünün kıvrımlarının arasına inşa ettiği söylenebilir.


V. Çeşmüm üzre görinen hûn-âbe sanma Bâkıyâ

Gözüme geldi şarâb-ı ‘aşk-ı dil-ber mül gibi


"Ey Bâkî, gözümün üstünde görünen kızıllığın kanlı gözyaşına ait olduğunu sanma; -zira- gözüme gelen, gönlümü çalan o güzelin aşk şarabının kırmızılığıdır."


Çeşm: göz, hûn-âb: Far. kan ve su sözcüklerinin bir araya getirilmesiyle oluşmuş; kanlı su, kanlı gözyaşı anlamlarına gelmektedir; mül: Far. şarap, mey; dil-ber: Far. gönül ve “alan, götüren” anlamlarına gelen iki ifadenin birleştirilmesiyle meydana gelmiş; güzel, gönlü kendine çeken kimse anlamlarını ifade etmiştir. Gazelin bu son beyiti, şairin mahlasının geçmesi yönünden “makta beyit” olarak adlandırılmaktadır. Şair, tecrîd sanatını kullanarak kendisini ayrı bir kişinin yerine koyarak soyutlamış; doğruca ona hitap etmiştir.


Âb, su anlamında şiirlerde yer almış, Divan edebiyatında pek çok farklı yönden ele alınmış; teşbih ve mecazlara konu olmuştur. Tahrip edicilik, boğuculuk ve batırıcılık nitelikleriyle tehlikeyi; temizleyicilik, güzelleştirici yönüyle ve geliştiricilik özellikleriyle de nimeti çağrıştırmaktadır.[15] Aşığın gözü çeşme ise, gözyaşı da çeşmeden akan bir su özelliğinde olacaktır. Aşığın aşk ile yanan gönlünü biraz olsun söndürmek ve ferahlatmak için durmadan aksa da hiçbir zaman ateşini kesecek kadar kuvvetli olamamıştır. Hûn, kan anlamına gelmektedir. Divan şiirinde sevgilinin pek çok güzellik unsuru, kan ile rengi ve yapısı üzerinden benzetmeler yapılarak ilişkilendirilmiştir. Çoğu zaman sevgilinin bir bakışı, gamzesi ve kirpikleri aşığın kan dökmesini sağlaması için yeterlidir. Tüm bu unsurlar, birer ok gibi aşığın göğsüne ve gönlüne saplanmakta, onda derin yaraların açılmasına sebebiyet vermektedir. Klasik Türk şiirinde dudak, yanak ve ben kırmızı renkte tasvir edildiği için, renk sembolizmi üzerinden hûn ile bağdaştırılmış; âşık için daima bir tehlike arz etmiştir. Kimi zaman aşığın ağlayan gözlerine oturan kan da bu terim üzerinden ifade edilmiştir -ki beyitte geçen anlamı da dolaylı olarak bu tarife işaret etmektedir. Ancak âşık, gözüne gelenin kanlı gözyaşı olduğunu reddetmekte; asıl görünenin dilberin aşkının şarabının kırmızılığı olduğuna değinmektedir. Şarabın kırmızılığı ve hûn arasında, renkleri üzerinden bir anlam bütünlüğü oluşturulmuş; ikisi arasında tenasüp sanatına başvurulmuştur. Gözyaşının kanlı akması, aşığın kederini yansıtan bir husustur ve bu durum, Divan edebiyatında şarap, hûn-âb vb. kavramlar üzerinden ifade edilmiştir. Dolayısıyla, gözyaşının renginin şarabın kırmızılığı ile bir anlam bağlantısı tespit edilmiş; nesre çevirisi de bunun üzerinden yapılmıştır.


Şarap, diğer adıyla bâde olarak klasik şiirde çokça kez karşımıza çıkmaktadır. Divan edebiyatında en sık kullanılan içecek türüdür. Rengi dolayısıyla dudağa, kana, gözyaşına ve yanağa benzetilmektedir. Lezzetli ve sarhoş edici özellikleri üzerinden teşbihlere konu olmuştur. Meclislerin vazgeçilmez unsurudur. Halk edebiyatında bâde içmek ifadesiyle bir rüya motifi anlatılmakta, geleneğin bir parçası olarak görülmektedir; tasavvufi açıdan ele alındığında ise şarap, mey ve bâde Allah’a ulaşma yolunda ona olan aşkın ifade edilmesi için kullanılan unsurlar olarak kabul görmektedir. Gazelin bu son beyitinin incelemesi yapılırken, yalnızca sevgilinin güzellik unsurları gözetilerek bir yorumlamada bulunulmuştur çünkü Bâkî, şiirlerinde dünyevî konuları ele almış; diğer sahalarda hâkim olan anlamları muhtevaya dahil etmeyi tercih etmemiştir. Burada şair, gözünün kızıllığının çektiği sıkıntıların bir sonucu olarak durmadan akan kanlı gözyaşıyla bir bağlantısı olmadığına; görünen o kırmızılığın gönlünü çalan sevgilinin aşkının şarabı ile ilişkili olduğunu aktarmıştır. Her ne kadar özellikle belirtmese de anlamsal açıdan bakıldığında, şarabı sevgilinin dudağının kırmızılığı ile ilişkilendirdiği ve “gözüme geldi” ifadesiyle zihninde bunu tasavvur ettiği yorumu yapılabilir. Sevgiliyi düşündüğü için çeşmine toplanan kızıllık, ıstırabının bir yansıma olan kanlı gözyaşı değil; gönlünü fetheden dilberin şarap gibi güzelliği ve kan kırmızısı rengindeki güzellik unsurları olduğu söylenebilir.


Sonuç


Bâkî’nin “gibi” redilfli gazeli, muhteva bakımından Divan edebiyatının başlıca konularından “aşk unsuru” üzerine bir yorumlamayı içermektedir. Klasik Türk şiirinin başlıca mazmunları ve motifleri çerçevesinde benzetme, tevriye, hüsn-i ta’lîl vb. edebî sanatlar ışığında oluşan anlam bütünlüğü dolayısıyla “yek-âhenk” gazellerden biri olduğu söylenebilir. Ortaya konan bu mealin tahlili, yalnızca beşerî aşk temasının sınırları içerisinde yapılan bir inceleme olmuş, daha derinlerine inilerek tasavvufî bir görüş, ifade veya kavram arama yoluna gidilmemiştir. Her ne kadar tasavvufa ve İslami ilimlere hâkim bir yaşam sürse de bu kimliğini şiirlerine yansıtmayı tercih etmemiş; hayatın zevklerine, eğlencesine, aşka, sevgiliye, şaraba odaklı bir yaşantıyı benimsemiş; insan ömrünün kısa olduğuna değinerek, her bir dakikasının tadına varılarak yaşanması gerektiğini vurgulamıştır.


Bâkî’nin makalenin başında da ele alınan bu görüşlerinden hareketle; şiirde verilen aşk-sevgili-âşık üçlemesinin etrafında gelişen konunun, dünyevî temalar ışığında işlenmesi şairin en temel hususiyetlerinden biri olsa da edindiği orijinal üslûbu, şiirin döneminin diğer örneklerinden farklı kılınmasını sağlayan niteliklerinden biri olmuştur. Bir diğer farklı yanı ise, âşıkane gazel örneklerinden biri olan bu şiirin anlaşılması kolay, sade ve akıcı bir dille yazılmış olmasıdır. Bâkî’nin “göze gelmek” gibi ifadeler kullanmasından, yer yer halk dilinin söyleyişlerinden ve mahalli unsurlardan beslendiği; bu yönüyle, şiir anlayışını dönemin tipik gazel unsurlarından ve anlatısından uzaklaştırdığı çıkarımı yapılabilir. O, şiire adeta yeni bir kılıf dikmiş; üzerine eklediği işlemeler de tarzının benzersiz duruşu olmuş, kendini durmadan geliştirerek çağın en güzel örneklerini vermesiyle de şairlerin sultanı olarak anılmaya layık olmuştur.


[1] A. Atilla Şentürk-Ahmet Kartal, Eski Türk Edebiyatı Tarihi (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2019), 244.

[2] Şentürk-Kartal, ETET,

385.

[3] Zafer Topak, “Bâkî’nin Şair Anlayışı”, Littera Turca 7/3 (Temmuz 2021), 732.

[4] Türkiye Diyanet Vakfı

İslâm Ansiklopedisi (TDV), “BÂKΔ (Erişim 5 Ocak 2024).

[5] Türk Edebiyatı

Eserler Sözlüğü (TEES), “Fezâ’il-i Cihâd” (Erişim 5 Ocak 2024).

[6] Bâkî, Mahmûd Abdulbâkî b. Mehmed el-İstanbulî, Dîvânı-ı Bâkî, (İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Serez, 02616), 94b. 

[7] Üzerinde çalışılan gazelin çeviri yazı alfabesine aktarımı, yazma eserdeki Osmanlı Türkçesi harfli versiyonu göz önünde bulundurularak yapılmıştır.

[8] Küçük, Bâkî

Dîvânı, 291.

[9] Kavramların Türkçe karşılıkları verilirken Kubbealtı Lügati web sayfasından, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü’nden, Osmanlı Edebiyatı’nın 100’ü, 200’ü, 300’ü kaynaklarından yararlanılmıştır.

[10] TDV, “GÜL”.

[11] TDV, “GÜL”.

[12] TDV, “VAHDET-İ VÜCÛD”.

[13] İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü (İstanbul: Kapı Yayınları, 2018), 415.

[14] Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, 179.

[15] Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, 1.


Kaynakça


1.     Küçük, Sabahattin. Bâkî Dîvânı. PDF: Türk Dil Kurumu, 1994.

2.     Abdulbâkî, Mahmud. Dîvânı-ı Bâkî. İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Serez, 02616, 1b-109a. https://portal.yek.gov.tr/works/detail/381170

3.     Şentürk, A. Atilla- Kartal, Ahmet. Eski Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Dergâh Yayınları, 2019.

4.     Topak, Zafer. “Bâkî’nin Şair Anlayışı”. Littera Turca 7/3 (2021), 724-753.

5.     TDV, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. “BÂKΔ. Erişim 5 Ocak 2024. https://islamansiklopedisi.org.tr/baki--sair

6.     TEES, Türk Edebiyatı Eserler Sözlüğü. “Fezâ’il-i Cihâd”. Erişim 5 Ocak 2024. https://tees.yesevi.edu.tr/madde-detay/feza-il-i-cihad-feza-ilu-l-cihad-baki

7.     Pala, İskender. Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. İstanbul: Kapı Yayınları, 14. basım, 2018.

8.     Aslan, Üzeyir-Zülfe, Ömer-Taş, Hakan. Osmanlı Edebiyatının 100’ü, 200’ü, 300’ü. Ankara: OTTO Yayınları, 2018.

9.     Alıcı, Lütfi-Yenikale, Ahmet-Gedik, Sadi-Yanardağ, Fetih (ed.). Sünbülzâde Vehbî Kitabı. 2. cilt. Kahramanmaraş: Fikir Ajans, 2017.

10. Abbasoğulları, Gülcan, “Bâkî’nin Şiirlerinde Kıskançlık [Jealousy in B q ’s Poems]”. Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi - Journal of the Faculty of Theology 8/1 (Haziran/June 2021): 283-306.

11. Sevinç, Fırat. "Bâkî Dîvânı’nda Bahçe ve Unsurlarının Anlamsal İlişkileri". İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi 6/5 (2017): 3228-3251.

12. Yıldırım, Hayrettin. Bâkî, Fuzûlî, Hayâlî ve Yahyâ Bey Divanlarında Mey ve Meyle İlgili Unsurlar. Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2019.

13. Kandemir, Fatma. Bâkî ve Nedîm'in Gazellerinde Sevgilideki Güzellik Unsurları. Yüksek Lisans Tezi, Trakya Üniversitesi, 2008.