Sabahın işkencesi vardı. Onca sabahın ardından bugün anlamış olmam ahmaklık değil de nedir? Birbiri ardınca doğan güneş, esen rüzgar, yürüyen bulutlar kavramama kafi gelmemişti. Oysa şimdi, insanların birer yüz koleksiyonu gibi göründükleri bu minibüste, bu bilinmez yazgılarının neşesini veya kederini taşıyan insanların yanında, benim kişisel tarihim bana cehennem görünüyordu. Şu öğrenciler, şu küçük gözlü, şeytan gülüşlü bebe, şu saçı tütün kokan vardakosta kadın; ötede küngürdeyen ellilik bekar... Hepimiz salyangoz misali kırılgan kabuklarımıza çekilmiştik. Her sabah böyleydik. Yaşımız değildi bakışlarımızı ürkek veya küstah kılan, bir anı gözleri kıvılcımlandırıyor, her şeyi yorgun kılan o çaresizlikten kurtarıp apaçık hale getiriyordu. Ve belki de bu yüzden bakışlar -bir zırhı delip geçebilecek bakışlar- herkese bahşedilmemişti ama her zırhın bakışı, zırh dökülüp işlenmeden gözlere zimmetlenmişti. Her zırh zayıf düşeceği anı bilir ve merhamet et demenin faydasızlığını çoktan kabullenmiş olur böylece.