Ruhunu delen yüzlerce mızraktan sonra elleriyle akan kanı tutmak isteyen ama başaramayan, ölme korkusundan öte kanı tutamamanın verdiği çaresizlik duygusunun, ölüm korkusunu bastırdığı bir ruh haliyle oturuyordu Rıza, kendi emekleriyle açtığı köşe bakkalında. Cennete gitmeyi bekleyen umutlu ruhların arasında kalan bir Cehennem Mahallesinde açtığı bakkalda günlük rutin olarak, günahkar müşterilerini bekliyordu. Müşterileri zorla geçinen, çocuklarını her gün döven ve onların geleceklerini tehlikeye atarken kendi hayatının önceliklerini önemseyen ama her gün eve ekmek götüren insanlardı. Rıza müşterileri ile pek konuşmaz, kısa alışveriş ve nefesler ile onların hayatından pek zaman çalmazdı. Zaman suçlusu olmak büyük günahtı onun için, bütün gün bakkalda otururdu. Yağmurlu fakat güneşin arada sırada gözüktüğü, iklimin kendi benliğini kaybedip sarhoş olduğu bir gündü. Rıza gazetesini açmış gündemdeki haberlere göz gezdirirken, bir müşteri aniden içeri girip onu selamladı. Gazetenin hışırtı sesi kesildikten sonra müşterinin isteğini dinlemek üzere kendi odasını değiştirdi. Müşteriye, ne istiyorsunuz? ( aslında kibar olmak ona göre değildi, kibarlık sadece toplumun istediği bir şey diye düşünürdü) Müşteri, 2 ekmek ( neden soruya ek olarak bir ricada bulunmadığı diye düşünürken, kendi düşüncesiyle çeliştiğinin farkına varmamıştı, öfkeyle müşteriye bakışlarını yöneltti fakat gözleri bunu belli etmeyecek kadar ustalaşmıştı). Rıza, tabi dedi ve ekmekleri poşete koyup müşteriye uzattı. Müşteri bir 10 TL uzattı, Rıza paranın üstünü aynı hareketle geri verdikten sonra pek inançsız olduğu halde basma kalıp cümlelerden birini kurdu "Allah'a emanet". Saat akşam üstünü gösterirken, güneş kızıl gözyaşını akıtmaya başlamıştı. Gökyüzü kızıl elbisesini üstüne giyip dünyanın diğer yarısına randevuya çıkıyordu. Rıza güneşin ayrılmasıyla kendisini karanlık sokağın aydınlık bakkalında, sakinlik ile boyanmış sandalyesinde otururken buldu. Sıkılmıştı ve içinden söyle bir düşünce geçti; daha kaç saniye, kaç dakika, kaç yıl belki yıllarca böyle sürüp gidecekti, bu ekmeklerin arasında bu çocukların mutlulukla yediği besinler arasında, insanların kendini zehirlediği tütünler arasında kaç yıl, kaç yıl, kaç yıl... Rıza bunları düşünürken kafası hafifçe yere düşmüştü, onu uyandıran, onun hiç merak etmediği, fakat onu merak eden oğlu olmuştu. Aslında bakarsak eşinin zihninde belirmişti ilk olarak, çocuğun aklında bile yoktu fakat Rıza bunun farkında degildi, oğluna, biraz daha işi olduğunu söyleyip tekrardan eve gitmesini söyledi. İşi yoktu, işi sadece oturmak ve kendisiyle baş başa kalmaktı, bazı insanlar için bu büyük bir savaş muharebesinde kurşunsuz kalmaya benzer, kendinle baş başa kalmak, kendini öldürememektir. Kurşunu bulmak ise artık o savaş muharebesinden çıkmaktır, çünkü artık yoksundur, varlığını kanıtlayan ayak izleri kalmıştır. Rıza bu durumu düşünmeye başlamamıştı, başlayacaktı ve sonunu bile bile bunun önüne geçmeyecekti, yorulmuştu, bir bakkalın veresiye defteri gibi üstü karalanmış yılların üzerine kendine temiz bir sayfa açmıyor, geçmişini daha da karanlık hale getiren o mürekkep dolu ömrünü etrafa pervasızca saçıyordu. Eve gitmesi için kurduğu alarm çaldı ve birden irkildi. Her gün çalan bu saat neden bugün irkilmesine sebep verdi ki?


Evin kapısını açtığında gördüğü şey karşısında artık hissizleşmişti, karısının bağırış sesleri, çocuklar etrafta yerli yersiz ağlamaları, hazır olmayan yemek. İçinde yaşadığını sandığı evi artık yabancıydı ona, birçok kez geldiği bu ev, bu evin duvarları ona gitmesi için adeta bir mesaj vermek istercesine sararmıştı. Rıza buna da kayıtsız kalıyordu, ömrünü bir öğütücüye atmış yavaş yavaş parçalanmayı beklerken, tüm bunlarıda kendisi ile götürmek istiyordu. Bakkaldan getirdiği yiyecekleri masanın üzerine koydu ve hergün yaptığı gibi o soruyu tam aynı saatte, saat 21.18'de sordu. Hanım nasılsın (Evliliğin getirdiği bu resmiyetten bıkmıştı, eşini artık tanımıyor, içinde ona karşı bir şey hissetmiyor ama toplum denen o dikenli tellerden ayaklarını bir türlü çekemiyordu. Toplum ona eşine iyi bakmasını, iyi günde kötü günde yanında olmasını istiyordu, imkansızdı. Herkes kendi kendine var olma mücadelesi verirken, bu mücadeleyi böylesine alçakça bir soruyla kesmek, müdahale etmek çok acımasızca bir şeydi)?



Saat gece yarısını göstermişti ve Rıza yatmak için 15 yıllık pijamasını giydi. Tüm 15 yıl boyunca 5475 gün boyunca bu pijamayı aynı yatakta aynı kişinin sıcaklığını paylaşırken giymişti. Tüm kıyafetleri bir bilge gibiydi Rıza'nın. Ona tüm geçmişini hatırlatan bir anı defteriydi, o defterin yok olmaması için hiçbir zaman kıyafetlerini hor kullanmadı. Rıza yatarken eşi ona yaklaşıp, Rıza'ya o kalbine atılmış Longinus'un mızrağını andıran şu soruyu sordu, Bu akşam o alarmı sende duydun mu ?



Sabah ezanı okunurken, ağaçların rüzgarda eğildiğini gören Rıza irkildi, etrafına baktıktan sonra rahatladı ve kalbine yatarken saplanmış o soruyu düşündü. Karısı o alarmı nereden biliyordu ? Hiç o saatte birlikte olmamışlardı, telefonları birbirlerine ait değildi, hatta belki numaraları birbirlerinde yoktu.


Rıza bakkala doğru giderken, gökyüzünün amansız karanlıktan kurtulurken, gecenin kuşları hapsettiği o karanlık duvar yavaş yavaş aydınlanmaya başlarken, kafesteki kuşların çırpınışları ve seslerini duyuyordu. Yürümeye devam etti, bakkala giderken hep o gördüğü mezarlığın yanından geçerken kendini huzur dolu hissetti. Yegane evi orasıydı, onu orada bekleyen bir yabancı yoktu. Hep hayalini kurarken korktuğu ama bildiği bir şeyler vardı orada, o mezarlıkta. Mezarlığın yanından geçerken telefonunu kontrol etti, yine o operatörlerden ( kimsenin umursamadığı) gelen herhangi bir mesaj sanmıştı, kontrol etti ve elindeki telefon yere düştü. Rıza kendini bir buz havuzunda hissetti, bütün uzuvları donmuştu. Hele birisi gelip rıza ile el sıkışmak için selam verse ve elini sıksa muhtemel eli paramparça olurdu. Rıza telefonuna gelen mesaja bakmamak için telefona hiç bakmadan bakkala doğru yürümeye devam etti. 


Bakkala vardığında gelen mesaj, beynine öyle bir şekilde nufüs etmişti ki, o düşüncenin çocukları olmuştu. Düşünce kafasında hızlıca çoğalıyor, çoğaldıkça Rıza'nın uzuvları donmaya devam ediyordu. Neyse ki bakkala uğrayan yabancı bir ses, bir tane sigara alabilir miyim? Dedikten sonra kendine gelebilmişti. O adama birkaç saniye donuk, donuk baktıktan sonra sigarayı o yabancı sese uzattı ve ticaretini kapattı. Akşam olmuştu, hafif sıcak bir akşamdı, dışarıda çocuklar top oynuyor, birbirlerine küfür ediyor sonra tekrar top oynamaya devam ediyorlardı. Rıza terlemişti, bu hafif sıcaklıkta terlemesi pek mümkün değildi, sabah düşündükleri karanlıktan güç alarak tekrar zihninde belirmişti. Artık düşünce somut bir hal alıp kanına karışmıştı. Kanında dolaşan o düşünce Rıza'yı deli edercesine geçtiği her damarda bir iğne acısı veriyordu. Telefonun alarmını bekliyordu, eve gitmek için fakat hayatında ilk kez, hiçbir zaman yapmadığı bir şey yaptı ve evden kaçmak için bahane ettiği o alarm süresini es geçti. Eve doğru yürürken sırtına esen rüzgar, terlemenin etkisiyle tıpkı mezarlığın önünde bir buz havuzunda hissettiği gibi aynı o anki soğukluğu hissetmeye başladı. Telefonun alarmı çaldı.




Bir sonraki gün mahalleden bir çocuk Rıza'nın yaşadığı eve koşa koşa gidip şu sözleri söyledi. Rıza mezarlığın yanında ölü bulundu.