Sabah saat altı. Her sabah, istisnasız her sabah bu saatte açıyordu bakkalı. Mustafa Amca altmış yaşın üzerindeydi. Bu bakkalı yaklaşık kırk yıldır aynı saatte bıkmadan, usanmadan açıyordu. Orta boylu, hafif kilolu, eğik vücutluydu. Yavaş yürürdü. Yaşı ilerlediğinden beri daha da yavaşlamıştı hareketleri. Sanki geçen her gün ölümün o büyüleyici durağanlığına daha da yaklaşıyordu. Saçları tamamen ağarmıştı.


Bir gün yine erkenden uyandığı bir vakit aynaya bakasıgeldi. Dışarısı kış kıyamet. Ortalık henüz ağarmamıştı. Saat beşti. Aynada koyu bir karanlığın içinden saçlarının beyazı ürküttü onu. Bu, o muydu? İyice yaş almıştı. Geçen yıllar sadece bedenini değil ruhunu da yıpratmıştı. Zihninde eziyet gibi bir ağırlık hissediyordu. Bu ağırlığın sebebini de bilmiyordu. Son zamanlarda beynini hep yorgun hissediyordu. Sanki uyuşmuştu. Düşünemez olmuştu.


Durgun bir öğleden sonra dükkanda tek başına otururken gözleri dışarıdan içeriye sızan ölgün ışığa takıldı. Orada donuverdi. Düşünceleri kelimenin tam anlamıyla "durmuştu". Ne geriye gidebiliyordu ne de "ân"a gelebiliyordu. Nerede kalmıştı? Yaşlılık, düşüncelerin arafta durduğu dönemlerdir. Zihinsel anlamda hiçbir hareketlilikten söz edilemez. Aslına bakılırsa bir durağanlık da yoktur. Zaman, mekan ve olaydan bağımsız bir dönemdir. Zaman geçmek bilmez bu dönemde. İnsanlar, hayvanlar, nesneler, hareket eden etmeyen her şey bir ressamın tablosuna dönüşür. Nasıl ki ressam boyalar ve fırçalarla devinimi bir kareye sıkıştırıp durdurur ya da bir yazarın bir ânı yazıya geçirerek sonsuza dek yaşatması gibi. Yaşlı zihin de ânı durdurmaya başlamıştır. Kademeli yavaşlama başlar. Ölüm, zihindeki devinimin yavaşlamasının durduğu andır. İnsan ölünce zihnindeki devinim tamamlanmış olur ve "bilinmeyenler"in âleminde sonsuza dek yaşayan "zihinsel" bir yaşantı olarak yayılır evrene.


Vakit hâlâ öğleden sonraydı. Mustafa Amca'nın bakışları aynı noktadaydı. Beş sene önce ölen eşi kapının önünde durmuş gülümsüyordu. Allah işini rast getirsin bey. Elinde bir tencere vardı. Sana yemek getirdim. Mustafa Amca'dan ses çıkmadı. Tencereyi küçük sehpanın üzerine bıraktı. Bugün Yasemin uğradı. İmtihanları geçememiş. Babama selam söyle dedi. Mustafa Amca kimse gelmemiş gibi hâlâ aynı yere bakıyordu. Bey, bir şeyler ye. Kahvaltıyı da ihmal ediyorsun.


Aynı yere bakıyordu Mustafa Amca. Baba neden konuşmuyorsun bizimle? Bak ben geldim. Yasemin. Hani o kadar üzerine titrediğin kızın. Yirmi yedi yaşında bile bebek gibi davrandığın. Bak, şimdi kırk iki yaşındayım. Saçlarım ağardı benim de. Annem... annem öldü baba.


Aynı yere bakıyordu Mustafa Amca. İçeriye Berber İsmet girdi. Mustafa Bey Amca, nasılsın? Sıhhatin yerinde mi? Ne zamandır soramıyorum seni. Hakkını helal et. Bak Yasemin kızımızdan mektup var. Nerede olduğu yazmıyor. Uzaklardan yazmış. Okuyayım istersen. Aynı yere bakıyordu Mustafa Amca.


Mektup

Sevgili Babacığım,

Ben biricik kızın Yasemin. Gelemiyorum baba. Oraya gelemiyorum artık. Annem öldüğünden beri dayanamıyorum orada. O ev, sen, sokaklar, o dükkan en çok da bakışların bana annemi hatırlatıyor. Biliyorum kırgınsın bana. Hatta kızgınsın. Ama lütfen beni anla. Uzaklardayım. Nerede olduğumu ben de bilmiyorum. Burada kimseyi tanımıyorum. Her yer, her şey ve herkes yabancı bana. Galiba en güçlü tesellim de bu. Ölüm ne kadar ıssız değil mi baba? Biliyor musun annem yaşıyor gibi hissediyorum. Sanki ıssız bir ormana taşınmış da artık hiçbirimizle konuşmak istemiyor gibi. Neden, neden gittin anne?

Seni seviyorum babacığım. Beni hiç unutma olur mu? Yine yazacağım.

Tarih: ?

Yer: Uzaklar


Aynı yere bakıyordu Mustafa Amca. Saat akşamın beşi olmuştu. Artık dükkanı kapatma zamanı gelmişti. Yavaşça yerinden doğruldu. Cebinden anahtarı çıkardı. Kapıya uygun olanı seçti. Dışarı çıkıp kapıyı kilitledi. Yavaş adımlarla evin yolunu tuttu. Hava soğuktu. Hafif bir yağmur çiseliyordu. Soğuktan bedeni kasılıyordu Mustafa Amca'nın. Fakat eve gitmedi. Biraz dolaşmak istedi. Şehrin kalabalığının arttığı saatlerdi. Herkeste bir telaş, koşuşturma. Sanki herkesin çok acil bir şekilde eve gitmesi gerekiyordu. Oysa Mustafa Amca'nın ne bekleyeni ne de acelesi vardı. Hafifçe yağan yağmurun tadını çıkararak yürüyordu kararan havada. Mahalleden uzaklaşmıştı. Kentin en yoğun bölgesine doğru gidiyordu. Yolda bir ilköğretim okulu gördü. Kendi okuduğu okul. Beş yılı burada geçmişti. Okul binası hâlâ aynıydı. Ne yıkılıp yerine yenisi yapılıyordu ne de herhangi bir değişikliğe uğruyordu. Sanki geçen on yıllara inat ayakta kalmak istiyordu. Yoruldu. Kaldırımdaki ağaca yaslanarak dinlenmeye başladı. Kayıpdere İlköğretim Okulu. 1939. Kentte inşa edilen ilk okuldu. Gözleri okuduğu sınıfa takıldı. Her gün sabahın köründe hazırlanıp acele içinde okula gitmişti. Üzerinde kara önlüğü ve dağınık saçlarıyla. Gözleri okuldan çıkmakta olan iki küçük çocuğa takıldı. Dersleri bitmiş eve dönüyorlardı. Mustafa, hem sıra arkadaşı hem de komşusu Nihat'la acele adımlarla eve yürümeye başladı. Yürürken çantaları sağa sola savruluyordu. Eve vardı. Annesi mutfakta yemek hazırlıyordu. Anne bugün bizim okulun önünde yaşlı bir amca gördüm. Bana bakıyordu. O sensin, oğlum. Nasıl yani? Pencereden dışarı baktı annesi. Cevap yok. Anne hayat bilgisinden bir sürü ödevim var. Hadi o zaman yemeğini ye, doğru dersin başına.


Mustafa Amca yaslandığı ağaçtan doğrularak yola koyuldu. Çocukken eve gitmek için kullandığı yola saptı. Böylece geçmişi yâd etmiş olurdu belki. Neden okuyamadığını düşündü. Babası henüz bir çocukken kaybolmuştu. Bir gün evden bakkalı açmak için çıkmış bir daha dönmemişti. Kendisinden haber alınamamıştı. Sanki varlık ile yokluk arasındaki o keskin çizginin ötesine gitmişti. Ne bir iz ne de başka bir şey. Kimse de aramamıştı. Bir gün okuldan eve dönünce annesine sordu. Anne, babam nerde? Baban. Kayboldu.

İşte o günden sonra bir daha okula gidemedi Mustafa Amca. Bakkala babasının yerine gitmek zorunda kaldı. Evin erkeği olmuştu. Yirmisinde evlendi. Yirmi sekizinde annesini de kaybetti. Annesinin kabri Kayıpdere Mezarlığı'ndadır. Üzerinde "Bir Kadın" yazar. 1915-1970. Kayıpdere.


Mektup

Babacığım,

Nasılsın? Seni çok özledim biliyor musun? Bugün benim doğduğum gün. Kaç yaşıma bastığımı bilmiyorum. Çünkü doğduğum yılı bilmiyorum. Hatta bazen doğup doğmadığımı da bilmiyorum. Sahi ben doğdum mu baba? Silik hissediyorum kendimi. Parça parça. Dağılmış. Annemi de çok özledim baba. Gelemiyorum.. Kayıpdere bana acı veriyor baba. "Gerçek"i haykırdığı için sanıyorum. Orada duramıyorum. Beni affet baba. Seni çok çok çok seviyorum.

Tarih: ?

Yer: Uzaklar


Biraz sonra evinin önüne vardı Mustafa Amca. Elini cebine attı, anahtarı çıkardı ve kapıya uygun olanı seçmeye çalıştı. İkinci denemede açıldı kapı. O anda içerden soluk bir ışık çarptı yüzüne. Çatal kaşık sesleri geliyordu. Birileri sofra kuruyor gibiydi. Kızını mutfağa girerken gördü. İçeri girip kapıyı ardından kapattı. Mutfağa yöneldi. Eşi yemek hazırlıyor, kızı ona yardım ediyordu. Yüzüne bir gülümseme yerleşti Mustafa Amca'nın. Kolay gelsin. Mis gibi kokular alıyorum. Ne var yemekte? Cevap gelmedi. Tezgâhın başındaki eşine yaklaştı. Diğeri oralı olmadı. Hanım, nasılsın? Yine cevap yok. Dönüp bakmadı bile. Kızı da öyle. Yemek odasına geçti. Masaya kuruldu. Her zamanki yerine. Kızı yemekleri taşıyordu sofraya. Mustafa Amca yüzünde bir gülümseme kızını seyrediyordu. Yemek yendi. Yemekte kızı ve eşi birbiriyle konuştuysa da onunla konuşan olmadı. Yemekten sonra koltuğa kuruldu Mustafa Amca. Gözleri birden camdan dışarı daldı. O şekilde kalakaldı. Belki saatlerce, günlerce, aylarca... Sabah oldu. Mustafa Amca sabahın altısında evden bakkala gitmek üzere yola koyuldu. Kar yağıyordu ve hava çok soğuktu. Eşi öleli on sene olmuştu. Kızı hâlâ gelmemişti.


07/08/2022