Pencereden dışarı baktı. Boy boy meyve ağaçları... Badem, kayısı, armut... Bir tane de vişne vardı ama geçen yaz kuruyunca oğlu kesti. Arkalarda da bir tane elma ağacı var. Bodur elma. Buradan gözükmüyor ama çok tatlı elmaları oluyordu. İki senedir meyve vermiyor. Bakımsızlıktan. Bunları ilk diktiği zamanı hatırladı. Nasıl da heyecanlıydı. Tek tek ilgileniyordu fidanlarla. Şimdi kocadı hepsi. Kurumaya başladılar. Eskiden olsa göz yummazdı böyle kurumalarına ama...


Bahçeye bitişik bir mezarlık var. Köyün yeni mezarlığı. Buranın yapılışını da hatırlıyor. Çocuktu o zamanlar. Eskisi dolunca yeni bir mezarlık ihtiyacı hasıl oluyor. Köylü de el birliğiyle burayı yapıyor. Koskoca mezarlık nasıl dolar? Hayret doğrusu! Babası, annesi ve daha birçok akrabası burada yatıyor. Bir zaman gelecek o da oraya yatacak. Hayatın gerçeği bu. Bazı ağaçlar kuruyor, bazıları taze taze meyve veriyor.


Cama bir arı kondu. Bal arısı. Bir iç çekti. Yattığı sedirden doğrulmaya çalıştı. Sol elini pencerenin kenarına tutarak kendini geri çekti. Arıyı izlemeye başladı. Yıllarca arıcılık yapmıştı. Yazın yaylalara götürürdü kovanları, kışın bahçeye koyardı. Bal evde eksik olmazdı. Geçen gün oğlu bir teneke bal satın almış. Canı sıkılmıştı ama ne desin? Ya üreteceksin ya da satın alacaksın. Başka çare mi var? Bu hazır alınan balın da tadı olmuyor doğrusu.


Mezarlığın üst tarafından bir yol geçiyor. Eskiden at arabaları, kağnılar geçerdi. Şimdilerde otomobiller, traktörler hatta otobüsler. Belediye otobüsleri. Ne de hızlılar? Birkaç saniye içinde gözden kayboluyorlar. Her şey çok hızlı. Zaman, arabalar, insanlar...


Eşarbını bağladı. Her sabah yaptığı gibi tavukların kümesini açtı, bahçesini suladı. Ağaçların arasında telle çevrili bir bahçe. Domates, biber, salatalık, patlıcan... Öğle yemeğini hazırlamak için mutfağa gitti. Öğretmen yemeğe gelecekmiş bugün. Her gün bir evi ziyaret ediyormuş. Köylü pek sevmiş bu kadını. Kibar, nazik, sevecen bir kadın diyorlar.


İçeri girdi, kocası hala pencereden dışarıya bakıyordu.

— Misafir geliyor.

— Ha? Kim manasına geliyor bu soru.

— Öğretmen. Şu okuldaki.

— !..

— Defterini gelince göster.

— Tamam!


Kapı vuruldu. Öğretmen ve küçük torunu beraber geldiler. Gelini sofrayı kurdu. Yemekler servis edildi. Öğretmen yatağının içindeki pencereden dışarıyı seyreden yaşlı adama dikkat kesildi bir an. "Hasta mı acaba?" diye düşünürken yaşlı kadın anlatmaya başladı:

— Kocam. 13 sene evvel felç geçirdi. Vücudunun sağ tarafı çalışmıyor. Konuşamıyor. Basit birkaç kelime söyleyebiliyor ancak.


Bir sessizlik oldu. Adam onlara çevirdi kafasını. Öğretmen:

— Nasılsınız amcacım?

— Eh, dedi. Sol eliyle pencerenin önündeki defteri aldı. Öğretmene uzattı. Öğretmen baktı:

— Maşallah! Pek güzel yazmışsınız, dedi. Karneniz hep pek iyi olacak.


Sayfaları karıştırmaya başladı. Kadın gülümseyerek:

— Kitaplardan rastgele sayfaları kelimesi kelimesine yazıyor. Lakin ne yazdığını bilmiyor.

Öğretmen defteri kapattı. Adama uzattı. Yemeğe devam ettiler. Aklına birçok soru takıldı: "Bunca sene nasıl dayanır bir insan, hâlâ yaşamaya nasıl çalışabilir, umutları nasıl tükenmez?.." Hiçbirini soramadı. Kadın bir ara:

— Bizim torunun dersleri nasıl? diye sordu.

— İyi, gayet iyi.

Cevap vermişti ama hala düşünceler içindeydi. Yine bir sessizlik oldu. Çatal kaşık sesleri birbirine karıştı. Pencereden içeriye bir arı girdi. Öğretmen bir anda irkildi. Kadın:

— Korkmayın, dedi. Bunlar insana zarar vermez. Sonra torununa döndü:

— Mutfaktan biraz bal koy tabağa da getir, dedi. Torunu hızlıca çıktı.


Yaşlı adam derin bir iç çekti. Öğretmen düşünüyordu: "Bu iç çekmenin manası nedir? Hayata karşı mıydı, kendisine miydi, pişmanlıklarına mıydı, yaşayamadığı yıllara mıydı, yoksa anlamsız mıydı, öylesine miydi?" Küçük kız içeri girdi. Kaseyi tepsiye koydu. Öğretmen ekmeğini bandı. Kadın biraz da mahcup olarak:

— Satı balı, dedi. Tadı olmaz ya işte...

— Olsun, yine de güzelmiş, dedi öğretmen. Arı, ağır ağır süzülerek tabağın kenarına kondu.