Yine oturdum mavi gözlerin karşısına. N’oldu diye soran gözlerle bakıyordu bana. Ona anlatamadığım dertler içimde büyümüştü. Ne zamandır dertleşmiyoruz onla. Dertleşsek bile ne anlatacaktım ki ona. Kalbimde büyüyen dertlerin hangi birini anlatacaktım. Gözlerimin içine içine bakıyordu. Anlat diyordu gözleriyle anlat. Gülümsüyordu yine pes etme eşiğine mi geldin yoksa diyordu. Bakamıyorum ona. Söz vermiştim ona pes etmeyeceğim diye. Başıma neler geleceğini bilmeden. Ama o beni anlamıştı. O da bunları yaşamıştı. Aslında bu sözlere pişman olacağımı biliyordu. En başından beri. Belki de bana öğretmeye çalıştığı şey buydu. Kendinden emin olmanın bile bir miktarı olduğu gerçeği. Fütursuzca kendinden emin olmak insanı yanlışa sürükler. Beni de sürüklemişti işte. Mavi gözlere bakarken piyanonun tuşları kafamda çalıyordu. Düşüncelerime eşlik ediyordu piyano. Piyano muydu yoksa benim düşüncelerim mi notalanmıştı belli değildi. Yorgunluğumdan mı düşüncelerin beynime nüfuz etmesinden mi bilinmez piyanonun her tuşuna basıldığında daha yorgun hissediyordum. Piyanist benim beynimin içindekileri biliyormuş gibi çalıyordu sanki. Hâlâ gülümsüyordu bana. Benden emindi. Ben bile kendimden emin değilken o nasıl emin olabiliyordu ki. O sırada akvaryumun içindeki balıklarıma baktım. Bazen onlar gibi olmak istiyordum sakin, sessiz. Hayattan hiçbir beklentileri yoktu, bu yüzden üzüntüleri de yoktu. Kederleri, acıları da yoktu. Bazen onlar gibi olmak için her şeyimi feda edesim geliyordu. En azından telkin etmek zorunda oldukları bir kalpleri yoktu. İnsan olmak kalbe ağır gelince balık bile olmak geliyor insanın içinden. Kalbim boğazımda atıyordu yine. Biliyordum bu durumu ne zaman kalbim dolsa boğazımda atardı. Kısaca ruhum bana kendini dinle diyordu da ben aldırış etmiyordum. Kendimi dinleyince zira daha da ağırlaşıyordum. Beynim, kalbim vücudum ağırlaşıyordu.

O karşımda yine güler yüzle benden açıklama bekler gibi bakıyordu. Yine gözlerine bakarak anlatmayı tercih ettim olanı biteni. Gözlerinin en derinine bakarak... Beni asla yargılamaz biliyorum o anlatamasa da ben biliyorum. Yine en bilge bakışlarıyla ve anlamlı gülümsemelerinden birini takınarak yüzüne bana bakıyordu. Bu gülümseme beni anladığına işaretti. Onun gülümsemelerinin her tonunu, bakışlarının her tonunu ezbere biliyordum. Sorun yok diyordu en mütevazi bakışlarıyla. Konuşmuyordu ama ben anlıyordum. O da beni anlıyordu. En nihayetinde dönüp dolaşıp geldiğim yer buraydı. Sürekli tekrarlayarak... Hiç şaşmazdı, cesaret eder, kendi yolculuğumu yapmaya kalkardım onu hiç dinlemeden. Ayağım ilk tökezlediğinde kendimi onun karşısında bulurdum ama o bana acımaz beni yolculuğumu tamamlamam için geri gönderirdi. Yine aynı şeyi yapıyor, ''Korkma,'' diyor devam et yolculuğuna. İyi ya da kötü bu yolculuğun, bu hikâyenin baş karakteri sensin diyor. Elimde kahvem, gözümde gözlüğüm. Ona minnetle bakarak son satırlarımı yazıyor ve onun gözlerinin en güzel mavi tonu olduğunu düşünerek, gözlerinin en derinine bakarak ben de ona bakıyor ve gülümsüyorum.