Yolunu kaybetmiş balık, dağlar eğik, çakıl taşıyla dolu okyanus; biraz hava alınacak kadar boşluklarla dolu mercanlar. Birisinin eliyle işaret edip ışığı göstermesini istediğiniz de dahi kaybolduğunuz bir karanlık.

Mavi okyanusun yolu bittiminde balık kendini karaya attı. Bacakları yoktu, yüzgeçleri ıslaktı. Havada bir hinlik sezse de taksi tutacak kadar parası olmadığını biliyordu. Sahili arşınlayıp süründü. Her yeri sarı kumlardan doluşmuştu. Silkelenmek şöyle dursun hiç bir şekilde kurtulamıyordu onlardan.

Uzun zaman önce büyük büyük babasının verdiği çakısını belinden çıkarıp eline aldı. Aslında bu bir köpek balığı dişiydi. Hala bıçak kadar keskin ve acımasız duruyordu. Aslında eliyle değil yüzgeci ile tutuyordu köpek balığı dişini ve aslında bakarsanız ayağa kalkmayı başarmış yürüyebiliyordu. Okulda yürüme konusunda altın madalyası vardı balığın.

Uzun süre yürümenin mükafatı yeşilliklerle dolu bir ormana varmak oldu, koşu yapan bir ihtiyar gördü balık. Çakısını çıkardı. Sert olmayım diye düşünecek fırsatı olmadan önüne atladı ihtiyarın.

Paranı ver ceset, dedi yaşlı adama.

Param yok ki, diye cevap verdi ihtiyar adam. Şaşkın ve kırmızı bir suratı vardı. Bir balık tarafından yolunu kesileceğini hayal edememiş olmalıydı.

Seni burgacıkta gebertirim, aptal suratını aptal torunların bile tanıyamaz. Bana hemen paranı ver!

Yaşlı adam korkudan çok şaşkınlıkla bakıyordu. Balık bu durumdan hoşnut değildi elbet.

Herkes yalan söyler, en çok da doğru söylediğini düşündüğün kişiler yapar bunu.

Bu sözü kim söylemiş hatırlamıyordu balık ancak ihtiyar adama baktığında, pantolonun sol cebinde bir şişkinlik gördüğünü fark etmişti. Biraz para ve taksiyle şehre gitmek istiyordu sadece.

Yürümek dışında her şey mubahtı.

Yaşlı adam tepki veremeden balık üstüne atladı. Kaybedecek zamanı yoktu. Orman denen şey sıkıcı bir uğultudan ibaretti. Gitmeliydi balık buradan.

Bir ıkınma sesiyle beraber yaşlı adam yere yığıldı. Göğüs kafesini tutan elinin arasında kırmızı sıcak bir sıvı salındı. Köpek balığı dişi işini yapmıştı. Ölüm onun ve tanrısı arasında gerilen bir köprüydü, balığı alakar etmezdi artık. Yaşamdan alınmış bir hayata ağlamak amansız bir saçmalıktı onun için. O bir balıktı sonuçta.

Balık elini adamın cebine attığında bir hışırtı duydu. Elindeki şey sonunda gün ışığı gördüğünde bunun alüminyum kâğıdına sarılmış sandviç olduğumu fark etti. Yarım ekmeğin içine doğranmış ince domates, soğan, göbek marul ve hindi fümesi vardı.

Balığın canı çok sıkılmıştı bu duruma. Orman gittikçe canlanıyordu, kuşlar, böcekler ve rüzgar estiği gür uğultu ile kendi anasının kucağında hissediyordu, ama o sıkılmıştı bu durumdan. Babasının, o kaos ve curcuna içinde sahte hayatın içine atılmak istiyordu. Taksi yoktu yani. Elinde sadece fümeli sandviç ile dikilmekle lanetlenmişti.

Beni yeme sakın, dedi bir ses. Balık sesin nereden geldiğini anlamak için biraz zaman harcadı. Görünürde kimse yoktu. Patikanın ortasında ihtiyar adamın cesedinin yanı başında dikiliyordu. Tanrının unuttuğu bir yerdi.

Beni yeme, dedi bir ses yine.

Balık sese kulak verdi. Ses elinde tuttuğu sandviçten geliyordu, havaya kaldırıp içini bakıp araladı ve sürünerek dışarı çıkmak isteyen pembe fümeye gördü.

Beni yemezsen ne istersen yaparım. Bunu söyleyen fümeydi.

Taksi tutabilir misin bana, dedi balık.

Oldu bil.

Bu kadar mı yani.

Evet, yeter ki beni yeme.

Ama sen fümesin, aklımda seni yemek yoktu ama şimdi zorla aklıma girdin. Hem nasıl taksi tutacaksın ki bana.

Sen sadece beni yeme ben tutarım.

Öyle mi, dedi balık. Şüpheliydi. Kuşkuları vardı ama yapacak pek bir şey olmadığından umurunda da değildi açıkçası.

Tamam seni yemiyeceğim. Ama taksiyi şimdi istiyorum.

Oldu bil, dedi füme, biraz kıvrandı, domatesleri ezip marula tırmandı ve balığa baktı.

Ve ormanın içinden bir motor sesi yükseldi. Tır tır, gır gır, şeytansı tınısı ile ormanı kuşattı. Şapkası yamuk takım elbiseli bir adam kolunu arabanın camına yaslamış sigarasını tüttürüyordu. Frene basıp dumana boğdu balığı.

Atla, dedi. Şimdiden sıkılmış bir ifadeyle dikiliyordu. Parmakları metali dövüyordu. Önce balığa baktı yere tükürdü, yerdeki cesette bakınca burnunu karıştırdı ve sonra sandviçe bakıp diliyle dişlerini karıştırdı. Büyük gözleri her tür merakı ölmüş bir katil gibi perdesini kapatmıştı.

Balık şaşkınlıkla fümeye baktı. Füme gülümsüyordu. Sözüm de durdum, hadi şimdi beni sal.

Balık, nereye gideceksin ki, diye sordu fümeye.

Buradan uzağa, diye cevap verdi. Burası benim dünyam değil. Herkes aç ve her şeyi yemek istiyor. Buradan gitmeliyim.

Balık bir an düşündü. Sabırsızca bekleyen taksicinin radyoyla uğraşıp sigarasını içmesini izledi. Füme haklıydı. Tüm ailesini ve kuzenlerini yemişlerdi. Bir gün kendisi de tava da bir kızartma olabilirdi. Yanında yakışmayan ucuz şarapla hem de... Hiçlikte sadece bir tat olarak kalmak.

Sonra acıktığını düşündü. Taksi ile uzun bir yolculuğu vardı. Elinde tuttuğu ve aralanmış sandviçe verdiği söz ile açlığı arasında bir boşluk vicdanından habersiz sessizlikte asılıyordu ve ağzını aralayıp fümeyi yuttu.


Füme sözünde durmuştu ama balıkta acıkmıştı sonuçta.