Ve parlıyor gökyüzü tüm görkemiyle. Tüm yer altı ve yer üstünün hazineleri ona taparmışçasına selam duruyor ve ağzı salyalı bir çocuk salıncağından düşmüş yere, ağlamaklı ama ağlamıyor. Sendeleyen ve sıcaktan bunalan tüm atlar ufuk çizgisinde belirginleşen karaltıya bakıyor. Belki bir yolcu gemisi, belki biri balıkçı teknesi... Kim bilir hangi akşamın girdabında ve yine hangi baharın yitip giden güneşinde kalmış hevesleri ile şimdi sade oltası ve yanındaki küçük oğlu ile kıyıya dönüyor çaresiz... Çaresiz olduğunu da nereden çıkardın? Öyle ya, belki de sadece bugün çok az balık tuttuğuna üzülüyor, hepsi bu. Ama olmaz, olamaz, insanın tabiatına aykırı bu. Sadece buna üzülebilir mi hiç insan, hatta en son buna üzülür ve işte insanın en acınası hali de budur. İnsan asıl düşünmesi gerekenleri hep geri saklar, nasılsa üzülecek şeyleri hep bulur. Kimi zaman akşamüstü kokladığı bir papatyada, kimi zaman bir dağ kasabasında unuttuğu o sevimli yüreğini, aşkı, heyecanı, mutluluğu ve daha bu hayata dair zannettiği ne varsa tümüyle kalbinde hisseder. İnsan nasıl olur da tüm bunların yalan olduğunu bile bile yaşamaya devam edebilir? Hem de öylesine, hiçbir şey olmamışçasına, hem de bir balıkçı teknesi ile günün bu saatinde rastgele balık tutmaya giderek... Ne o, mesleği bu olsaydı daha mı zor olurdu sanki? Belki de kendisi de biliyor tüm bunları ve ondan yüzündeki kederli ama biri o kadar ümitli gülümsemesi. Ümit tuhaf şey. Lakin yarı yolda bıraktı mı seni faka bastın demektir. Hoş o seni yarı yolda kolay kolay bırakmaz ya. Kaderin cilvesi de budur işte, sen hep başka dalgaların peşinde koşarsın oysa ihtiyacın olan şey hep yanında, yanı başındadır. Ama bir kez bile dönüp bakmazsın ona, bu kadar kolay değildir, olmamalıdır. Bu kadar kolaysa ve ben beceremiyorsam bu korkunç bir şeydir. O zaman bir şeyler yapmalıdır, onu yok saymalı, gözden kaçırmalı, hatta bir akşamüstü kıyıya bırakıp kaçmalıdır. Aynen şu karşıdaki balıkçı gibi...