Avuçlarımın nasırlarını gökdelenleştirip kaldırım boşluklarına izmarit armağan ettiği, bozuk kalp ritimlerim ile her zamanki gibi yine bendeniz, bu balkonda arınmaya saatlerce teşebbüs edip, bileklerimi soğuk betonla seviştirip soğukluğun sadece yağmurlu havanın eseri olmadığını anladığım bir evredeyim.


Silüetimde birleşiyor yalnızlık. Ne tarafa cüret edip dönüp baksam oradan vuruyor umarsızca. Korkularımı anlatacağım ilk önce, sonra zamanım kalırsa da yalnız seni, yalnız bir kartpostaldaki sadece senin yerini. Ne için bu aralar balkon şairliğine yaftalandım da uzun zamandır insanların arasına karışıp, herkesleşip inançlaştırdığı mutluluğu bulamadım bilmiyorum. Bilmemezlikten mi geliyorum yoksa gerçekten bunu istemiyor muyum? Emin ol bunu da hiç bilmiyorum. Söylenerek afili afili biçimde bir çıkmazın içinde yol arayışına girmekti benim hikayem. Kime sorduysam o yolu önce onlar, daha sonra da ben kaybettim. Bu sersemleşen dar köşeli sokakta. Öyle utandırıyor ki insanlar beni; kendi varlığımı unutup, hissizleşip sessizlikle, sensizlik diye çelenklediğim şarkılarla beraber içerliyorum her zamanki gibi. Tabii balkondan hitap etmek kolaydır mahalledeki delikanlılara, Osman ağabeyime, bazı zamanlar da komşuma, annelerin en güzeli olan Züheyla Hanım'a da karaladığım şiirler olduğu da bizzat doğrudur. Bazen beni evden çıkarmak için bahane üretip kartpostalla mektup çeken dostlarım ruh halimi bilmedikleri için, daha doğrusu pek anlatmayı tercih etmediğim için, aramız açıldı, dostluk denizmiş. Gemiyi de ilk farelerin terk ettiğini teyit ettim anma defterime yine. Kendimi sallandırmayı düşündüğüm bu balkonda. Yükseklik korkum iktidarlaştırıyor yaşama hevesimi. İki göz odamda da ayna olduğunu, mahzenimden çıkarılıp dört köşeli bir tabuta koyduklarında, Osman ağabeyimin feryadı sırasında fark edeceğim belki de yıllar sonra. Bakamıyorum kendime, bunu da itiraf ediyorum. Saçım sakalım birbirine girmiş, tütün içmekten sakallarım, yalamaktan tikleşmiş yalanmak eylemim, kağıdını sarmaktan ellerime, o herkesleşen insanların lanet ettiği, şairin mezesi ilham kokusu yalnızlıkla elime sindi. Ne tarafa dönsem yalnızlık korkusu sarıyor boydan boya, bir ekmeği üç öğün yiyecek kadar da iştahımı kaçırıyor kabuslarım. Ne denize bakan bir odam ne de derdimi dinleyecek birisi kaldı etrafımda. Pencerem hep temizlik işçilerinin her akşam sekizi on yedi geçe bezdiği kirli bir sokağa, yılların tesiri ile boşluklaşan bir duvar arasında üst kattaki damı akan dairede yaşamaya çabalayan karı kocanın dert yanıp, isyanlarına kulak misafiri olmam ve hemen sonrasında tövbelerini dinlemekten başka bir mahzenim yok. Utanıyorum yalnız olmaktan. Mutfak malzemelerimi ayın sonunda temin ettiğim bakkalın göz rengini bile bilememek üzüyor bendimi. Allah'tan Hayriye Hanım'ın küçük oğlu Ali nereye yollasam gidiyor, sadece bir kartpostal karşılığında. Sen hep var ol be çocuk. Genelde bana acıdıklarını hissedip, her sabah kapımdaki bir ekmeğin kırıntısı mı iz bırakıyor diye düşünüyorum. Bunu belki de en iyi ben biliyor, kelimelerle ifade etmeye çalışıyorum aylarca. Ellerimde nasırlar oluşup daktilo yanlış yazana dek. Ölüm kapımı çalmadan ya o satılan arsadaki paramı da bitirip insanlar arasına karışmak zorunda kalırsam, ekmek parası için bir teneke gibi ezilir miyim? Yoksa bir dilenci gibi ummakla mı geçer kalan hayatım bilmiyorum. Bu düşünceler insan olma utancımı yorganımla, sağ kaburgamdan sokulurken ansızın -iki ila üç saat sonrası olmalı ki genelde- şüphe uyandırıyor beni yataktan. İyi hissettiğimi sanıp pencereyi açtığımda eskisinden daha fazla yükselen binalar, ölen komşuluklar, mahalle kültürü gözümde canlanıyor, ağzımın öte yanında tütüyor mahcuplaştırdığım insanlık. Belki de kapımın çalmasını beklemeyip ben açacağım gıcırtılarla, sana sarılasım var Tanrı'm deyip atlayacağım balkondan kollarına. Yaşama hevesimin iktidardan kaçtığı sularda. Hani aşağı düşen daha çok yükseliyordu? Tek yükselen şey tansiyon ve bitmiş ilaç kutularımın oluşturduğu raftaki birikintiler. Bunu da en iyi bencilleşen, hiçleştirilen ben biliyorum.


Bazen omurgasız bıkkınlıkla televizyon açıp siyah beyaz kadrajlarda rengarenk oluyorum. Her insan gibi ben de muhabbet kesen çiğdemi karşılıklı çitleyip, sohbeti unutmak... Karpuz aldığımda ikinci kez kesildikten sonra bitmesini, yazılan şiirlerin ikinci bir şahıs tarafından da dinlenmesini isterim. Daha da büyük oynayıp, körkütük sarhoş olup anahtar deliğini bulamadığımda biri beni karşılasın ve kahve yudumlayıp Jack Landon'dan çağrışımlar yaratayım 'vahşet' gibi. Maalesef ki her gün dejavularla devleşip, aynı güze dayanıp ufalıyorum kamburuma batan sedirde. Hani yağmur eşittir ya, herkese eşit yağar... Bunu bir kitapta okumuştum çocukluğumda. O zamanlar bu söze limanlar kurup gemiler yapmıştım ta ki anahtarlıklar kapıya yapışana kadar. Nedensizce gün geçtikte eşitlik algılarım kapanıyor, saf dışı kaldığımı hissediyorum her dışarı baktıkça. Çocukları, el ele tutuşan gençleri, beraber gülen esnaf topluluğunu görmeyeyim kalbim sıkışıyor, istemsizce asılıyor balkonumdaki çamaşır ipinin arkasında yüz hatlarım. Bu yapı arasında kendimi tutuklu bir mahkum gibi hissediyorum. Sırf bir insan utandığı yalnızlığı yüzünden cefa çeker mi? Çekermiş, bunu tecrübe ediyorum son yıllarda. Kendimi varoluşsal sebeplerle kaybediyorum. Yazdıklarımı bazen de uçak yapıp sallıyorum gökyüzüne, sonra pişman olup bezmiş temizlik işçilerinin tutunduğu demirlik boşluğunda kayboluyor yüreğim ve aklım. Belki bir gün ben de herkes gibi bu kalabalığa karışır ve bugünleri unutmakla yetinirim. Sanrıydı der, geçerim. Son dileğim bu olmalıydı.


Bir kış mevsiminde kayboldu bu semt. Ocak ayıydı, nedense bir dairenin içinde de ocak bir daha yanmamak üzere kapanmak üzereydi. Ali içinde kaybolduğu parkasıyla, sıcacık ekmeği kucaklayıp asmaya gitti. Üç gün içinde bırakılan ekmeklerin biriktiğini fark edince de çareyi Osman ağabeyine gidip anlatmakta buldu, yukarıdaki mahalleden tövbe edip hapisten yeni çıkmış bir otomobil hırsızı getirildi. Kapıyı açması istendi. Uzun uğraşlar hezeyanında Osman çıkardığı tütünü yakarken, Ali her şeyi hissetmiş gibi bir dal sigara istedi utana sıkıla Osman ağabeyisinden. Bina sisler içinde kalmışken kışın nezdinde o kapı gıcırdayarak açıldı. Uzun bir uğraşın sonunda eve girdiklerinde, kalp atışları hızlandı güruhun istemsizce. 


Salondaki babadan yadigar bir masada, kafası eskizlerin üzerinde duruyordu merhumun. Birkaç defa uzaktan seslenen Osman, çareyi balkondan ayazın ortasındaki mahalleye feryat etmekte buldu. Kısa zamanda herkesin yıllarca merak ettiği bu eve girmek icin şans bulmuş gibilerdi mahalledeki komşular. Kara haber tez yayıldı, bir dairede helva yapıldı acilinden. Adet yerini bulmalıydı kültüre göre.


İki göz odanın birisi kilitliydi. Kendini, varoluşsal bir sancıda kimliğini yitirdiği eşyalar oradaydı. Bir sürü kağıt ve kartpostallarla doluydu. Antika eşyalar bile boyun eğmiş, boyalarını akıtmışlardı, gözyaşı misali, kısa zaman içerisinde eve üç kişi girip beyaz bir çarşafa sarıp çıktılar. Ali, kartpostalların hepsini toplayıp çıktı. Birkaç saat içerisinde de eve antika işiyle uğraşan, soğuktan kaskatı kesilmiş ölücü esnaflar gelip, eşyalarını yarı fiyatına aldılar şairin. O para ise cenaze işleri ve veresiye defterleri kapatılmak için kullanıldı.


Bir utangaç kırlangıç da denizdeki kaptanını unutup kanatlarını çırpmıştı. O ev bir daha hiç dolmadı, her akşam sekizi kırk yedi geçe, sokak lambası aydınlandığında balkondaki ip göründü. Yılların tesiri olmalı ki camlar kırıldı, demirler paslandı. Ali her akşam bir dal sigara yaktı o köşede. O günden sonra da mahalle daha cok birbirini düşündü, Fransız İhtilali tarihi gibi sıralandılar birbirlerinin ardına. Kim iki gün gözükmesin kahvehanede, bakkalda; hemen yoklanıyordu mahallenin Alileştirilen çocukları tarafından. Oysa Ali'nin elindeki bir İstanbul manzarasına sahip kartpostalın ardındaki yazı yığını her şeyi özet geçmişti: "Ne demiş şair, bahçemizin halinden baharımı kıyasla." Zaman durmaya yemin etmedi. Günler birbirini kovalamaktan vazgeçmedi, bir utangaç insanın tanı mezar taşında yükseliyordu. "Ölümüm olduğu bu kozmopolit yapıda, utanmayın yalnızlıktan, kendinizi ve acılarınızı sevin. Her insan bir mucizeye gebedir. Yalnızlık, penceresinde parmaklarınızı kıstırmamanız dileği ile sevin, sevilin. Sadece kadınlar doğurmaz. Siz de bir umut doğurabilirsiniz bu ufukta. Balkon Şairi, BŞ." Pankartın içinde bu yazıyı bulan pos bıyıklı antikacının gözleri doldu, artık ışığı kapatıp, depodan çıkıp evine gitmeliydi.


Balkon şairi ise Zincirlikuyu'ya ilerlerken bir cenaze aracının arkasında... İnsanlık susuyor, kavgalar büyüyordu.