Güzel bir pazar sabahı mıydı, yoksa hala çarşamba mıydı, bilmiyorum. Burada yağmur ayın belli zamanları her gün yağar ve dünün tıpkısı olan bir gün yaşardık. Uzaklarda geçen trenin kesik kesik görüntüsü, odamın buharlanmış camını ellerimle sildiğimde daha bir bulanıklaşıyordu. Yağmurun da etkisi hızlandığında damlalar camları dövüyor, bir var oluyor bir yok oluyordu trenin vagonları gözümde... Treni izlerken uzakların ötesine gidiyordu aklım. Tren de durmadan, usanmadan, aklımın kıyılarına hücum eden çocuksu hayallerime karışıyordu. Bu hayaller yaralı bir hatıra gibi tren vagonlarına arkasına karışıp iş uzun uzun geçen seneleri düşleyerek gelip geçiyordu gözümün önünden. Bazen de trenler kafamın kuytu duraklarına uğruyor, orada saatlerce gelmeyecek yolcularını arıyordu, kimi zamansa gerçek sanıyordum bu durumu veya bu bekleyişi...

Moskova’ya kadar sürüklenmem de dünyanın bir başka çıldırışıydı, yani ikinci cihan harbiydi bu. Lakin kimse kızmasın bu duruma, ben çok mutluyum halimden... Ben Almanya’nın Wiesentheid kasabasının Abtwind köyünde, kuzey ormanlarının en ucunda doğmuşum. Babam kaba sakallı, gür sesli, kızılacak bir neden olmasa bile bulup çıkartan geçimsiz bir kereste ustasıydı. Annem ise ben küçükken kardeşim Wilhem’e hamile kaldığı sıralar yüksek ateşten ölmüştü. İki ablam bana yıllarca bakmıştı, annemi aratmadılar açıkçası. Aile aslında her şeydir, kan bağı olduklarımdan uzaklaşsam da ablalarımla hala mektuplaşırız ayda en az iki kere...


Puşkin:


—Seni faşist Nazi subayı!

—Hoş geldin Puşkin!


Puşkin, canı bir şeye sıkılınca gözü hiçbir şeyi görmez; odama direkt dalardı. Hizmetçimiz Eva bana daha haber verene kadar odama dalıp Puşkin eliyle sinekleri kovarcasına kollarını indirip kaldırıp lafın tam da orta yerinden başlardı konuşmaya. Ben tren raylarını gözlerken veya yazmak için çalışma masamda dalmışken, düşüncelerimin en uzağında olsam bile hatta, bana laf atıp sonsuz bir ciddiyetle benden cevaplar beklerdi.


Puşkin:


—Nasılsın sevgili dostum? Acaba Hitler amcan ve sen bu savaşı kazansaydınız bize ne yapardınız kim bilir?


—Birincisi, sizinkilere kesin disiplini öğretirdik!



Puşkin 1.63 boylarında, kendinden emin gülümsemesi olan ufak tefek bir adamdı. Moskova’nın yerlisi, (Aslında yakından uzaktan alakası yoktur yerlilikle, o böyle denilmesini istediği için Moskovalıyım derdi.) yanakları tıpkı bir Rus gibi soğuktan veya canlılıktan mı bilinmez, hep kıpkırmızıydı. Üstündeki kabanı başkası taşıyormuşçasına tuhaf tuhaf yürümesi beni hep güldürürdü... Hemen hemen her şeyi bilme heyecanı ve sonsuz merakı yüzünden onu hep kıskanırdım.



İkinci dünya harbinde St. Petersburg ile Moskova arasında Rus askerleri tarafından esir düşmesem bu adamı da tanıyamayacaktım esasen. Hatta Sveta’yla bile tanışamayacaktım. Ah Sveta, benim sevgilim, bana hayatı yeniden tattıran o kısrak kadın! Ben de ne buldu, hala anlamış değilim, üstelik düşman kızı! Ama şimdiyse koynuma aldığım biricik karım.

Puşkin’in çenesi düşmese bugün babamı bile düşünebilirdim. Çocukluk hayallerinde ne var bilmiyorum ama tuhaftır ya, insanın kaçtığı hayallerinin çoğu çocukluğudur. Belki de bilmemek bizi mutlu ediyordur, belki de dünyanın acısını örten görünmez çarşaf “bilmemektir.”



Ölünceye kadar böyle hayal dünyası içinde yaşayacağım sanırım, kim bilir belki de benim cehennemim budur. Şimdi Pablo Picasso’nun “Odada Yıkanan Kadın’’ tablosunun karşısında oturup Puşkin’in evlilik hayalleri kurduğu ama sonradan yüzüklerin atıldığı kadının akrabalarına mektup yazacağım. Bu evliliğin neden olmadığını, Puşkin’in ağzındaymışçasına güzel bir dille anlatacağım. Puşkin’e kalsa “O mendeburun ailesine bir damla mürekkep bile harcayan Alman domuzudur!’’ diyerek söylenmeye başlayacak odanın içinde. Üstelik yetinmeyip ağzının ucuna aldığı piposunu ıslak ellerine aldırış etmeyip harlayacaktı. Bu sırada da piposundan çıkan duman ile kesik kesik öksürecek ve ardından sert bir duman alarak, yazdığım kağıtlara üfleyerek ve “Alman domuzu’’ diyerek tekrar gezinmeyi sürdürecekti odanın içinde.


Ben mektupları yarılarken yine dikkatim dışarıya, tren raylarına doğru kayıyordu. Yağmurun bereketini tadan ağaçlar daha bir yeşil, yeşilin de içine girerek bambaşka bir yeşile dönüşüyordu. Bu görüntüyle hayal ile gerçeklik arasında sıkışıp kalıyordum. Mektuplarda hitap ettiğim zatlar bile birbirine giriyordu kimi zaman ben bunları yaparken. Çalışma masamdan kafamı kaldırıp Puşkin’e dönerek:


“Puşkin, dünyanın öbür ucundan geldim ben. Neredeyse bir düşman milletinin çocuğuyum ama sen kendi vatanından bir insanla bile anlaşamayıp nişan atıyorsun. Buradan bunu anlıyorum ki asıl anlaşmak kendi dilini konuşmak değilmiş, ortak bir dil yaratmakmış. Şimdiyse ne kan bağım olan kişiler var yanımda ne de kendi coğrafyamın insanı… Hayalimde bile kuramayacağım insanlarla beraberim. Üstüne de mutluyum bu harbin beni buralara kadar sürüklemesinden. Bir Tanrı yaratsaydım bu kısacık aklımla, tam da böyle bir kader yazmasını isterdim kendime.’’



Bu söylediklerimi anlamasını da beklemiyordum açıkçası, çoğu zaman da böyle uzun tiratlar atınca sessiz kalırdı Puşkin. Bu defa koyu Katolik damarına basmışım ki bir anda parlayarak “Tanrı’ya dil uzatma Alman! Sizin oralarda öğretilmez mi Tanrı’nın yaptıklarının sorgulanmayacağı?’’

Evet sahi, bize ne öğrettiler de başka milletlere düşman olabildik? Tekrar Puşkin’e dönerek: “Uyumak istiyorum sevgili dostum, sonsuz bir uykunun içinde olmak ve uyandırılmamak bu bulunduğum düşten asla!’’

Dışarıya baktığımda yağmur kesilmişti, artık görebildiğim sadece uzaktaki dağın gözümde bıraktığı heybetti. Tren rayları artık daha net seçiliyordu.