Neydi sevmek? Sevilmek istemek mi? Yanında kalacağım, senden başka kimsem yok demek mi? Yoksa gitmeyi bilememek mi? Bu konu belki de insan var olduğu sürece hep tartışma konusu olacaktır. Nietzsche, "İnsan arzularını sever, arzuladıklarını değil." der. Goethe, aşkın zaman kaybı olduğunu; Schopenhauer, insan türüne kurulmuş olan bir tuzak olduğunu söyler. Bu söylemlere karşıt düşüncede olan bir isim olarak Erich Fromm, sevginin edilgen bir olay olmadığını, aksine bir etkinlik ve yaşanan şeyin içinde var olmak olduğunu söyler. Yani sevgiyi almaktan çok vermektir. Sevgiyi bir koşula bağlayanları tüccara benzetmiştir.


Zamanımıza dönersek sevgi anlamını çoktan yitirdi sanki. Karşısındakine ne kadar yaptırım uygulayabiliyorsa o kadar çok seviyor insan. Karşısındaki onu ne kadar memnun ederse, ne kadar kafasında yarattığı kişiliğe yakınsa o kadar hoşuna gidiyor. Belki de aslında hiç bize ait olmayan bir şeyin peşinden koşarken gençliğimizi, zamanımızı heba ediyoruz da farkında değiliz...


Jack Kerouac, "Ben düşünmekten yoruldum, benim yerime de düşünür müsün? Benim yerime ilgilenir misin insanlarla, yalanla, ihanetle, yalnızlıkla? Geceleri birdenbire bastıran sağanak yağışlı korkuları alır mısın yamacımdan? Gündüz gözüyle sevemiyorum kimseyi. Yüreğimdeki bu düğümü çözebilir misin?" diyerek serzenişte bulunmuş... Ne diyelim, bakalım bizim yüreğimizdeki düğümleri kim çözecek. Ya da kimler zaten olan düğümlerin üstüne kördüğüm olana kadar düğüm eklemeye devam edecek?