Meğer balkonlar ne kadar önemliymiş. Sonra tek katlı bahçeli evler ya da eski bir hatırayı canlandırsın diye apartman girişlerinin sağ köşesinde duvara sarılmış asmalar, çardaklar….

Ne kadar önemliymiş, bize oturup huzurla beklemenin, dinlenmenin keyfini veren şeyler. İşte vakitti bu, bizim coğrafyalarda. Oturup beklemek için vakit gerekirdi, sonra omzuna dayadığı azığıyla, ayın altından ağır ağır yürüyen göçler…. Yalnızca orada oldukları bilinir ve bir sonraki menzile erişebilmeleri için yine vakit gerekir. Bir de saatler vardır, Tanpınar üstad saatler için büyük bir teşkilat bile kurmuştur. Zaten o ayırmıştır saatle vakti birbirinde. Saatler hareket içindir, kalkış saati, hareket saati, yemek saati, mesai saatleri ve paydos! Ve ayarlıdır saatler ve sürükler insanı peşinden.

İç içedir bizim yarımadada bunlar. Birbirinden ayrı değildir. Aralarında bölüşümden ziyade bir çatışma vardır. 

İşte şimdi vaktin yeniden dizginleri ele aldığı andayız. Malum salgın günlerinde bütün zorunlulukları kırıp geçip, küçük dünyalarımızı kurduğumuz evlerimizdeyiz. Şehrin nasıl birden hayalete çaldığını, nasıl suskuna döndüğünü anlamak hiç de mümkün değil. Belki gerçekten de öyle değildir. Gözünüzün önündeki sessizlik sizi yanıltmış olmasın? Çünkü uzakta bir yerlerde yaşamak ve yaşatmak için, 24 gün 23 gece çarpışanlar var. Yine Sakarya Savaşı günleri, ve sedyelerde sürünen insanlar. Bu sefer savaşanlar subaylar değil, hekim beyler, doktor hanımlar, ebeler, hemşire kadınlar…

Yalnızlığını düşündüğünde bunları getir aklına ve oturup beklemek yerine kullan zamanın en büyük hızıyla ilerleyen hareketin saatini. 120 kilometrede giderken öpüşmenin hissi neye değişilir? Neye değişilir rüzgâr gibi geçen arkadaşlık günleri. Hem beklemek neye yaradı bugüne kadar, zaman her şeyin ilacı evet ama zaman bir işe koşulursa her şeyin ilacı.

Şimdi balkonda sabahı bekliyor, Doktor Murat Bey, eşi hastanede nöbette. Endişe ve kahve üzerine kahve. Sigaraya da başladı Murat Bey. Önce direndi, ağzına karanfil koydu, üzüm saplarını kemirdi. Stres topu aldı, her gün avuçlarının arasında kalbini sıktı. Baba yadigârı kehribar tespihi vardı, koptu, dağıldı bütün taneleri. Gözlerinden aynı böyle dökülürdü mercanlar.

Her gün eriyip giden, tükenen insanlar mı dersin, acımasız bir ölümle her gün her an yüzleşmek mi. Tüm bunların üzerine, cehaletin bitmek bilmeyen öfkesi mi. Bu kaçıncı olmuştu, artık saymadı, yediği küfürlerin ve yüzü dağılmış arkadaşlarının sayısı. Bilmiyordu. En çok da eşi Zeynep için endişeleniyordu Murat Bey. Hayatta en büyük aşkından ve yol arkadaşından başka hiç kimse kalmamıştı. Ne anne, ne baba. Hepsi kendisi daha 10 yaşındayken yitip gitmişti. Zeki bir çocuk olduğundan yatılı okula verdiler Murat Bey’i. Öğretmeni sağ olsun, tuttu elinden, götürdü Ankara’ya, okula.  Köyündeki erik ağacıyla sevmeye başladığı ülkesini daha çok sevdi, yatılı okulda. Ve hayvanları taşlayan çocukluk arkadaşlarına ne kadar kızdıysa o kadar da kızdı ülkesine. Ne akrabaları, ne babası Hasan Çavuş’un ahbapları… Başını okşayıp gitmişlerdi yağmurlu bir akşamüstünde. O günden beri, kin tutmuyordu insanlara… Kızıyordu, öfkeleniyordu ama işte o kadar…. Umudunun rüzgârı topraktan öğrenip, kitapsız bilen o yığınlardandı. Her kötü olayda, her talihsizlikte bu büyük sevginin gölgesine sığınırdı. Sığınırdı onların saflığına ve arınmak için derelerinde yıkanırdı sadeliğin.

Murat Bey balkonda, laciverdi karanlıkta, şıngır mıngır sallanan şehir ışıklarına bakıyor. Karanlığın örttüğü gökdelenler gökyüzüne batıp çıkmaya devam ediyor bu arada. Bir canavarın dişlerini görüyor sanki Murat Bey. Canavarın çürümüş çukurlarından bakan gözlerini görüyor. Uzun ama dar balkonda bir küçük masa, iki sandalye ve tahtakaleden aldığı saatli, ışıldaklı radyo. Bu radyoları iyi hatırlardı Murat Bey Gölcük Depremi’nden. İstisnasız bütün çadırlarda bulunurdu.

Depremde yeni asistan olmuştu Murat Bey, kalktı hemen gitti Gölcük’e. O zamanlar daha yeni sevgililerdi Zeynep’le. Onu arkada bırakmayı göze aldı, böyle zamanda gitmeyecekse doktor olmanın ne anlamı vardı. Aslında askeri doktor, tabip subay olmak istemişti hep de gözündeki bozukluk elvermemişti. Gölcük, Körfez ve deprem dalgaları, sonra, kayıp ölüler, ölüleri arayan yakınlar….

“Ne var ne yok” böyle soruyorlardı kayıplarını insanlar. Ne var ne yok, sıradan bir ölüm işte ne olsun. Işıldaklı radyolardan haberler geçiyordu, ağzı yüzü, elleri ayakları çamur içinde çocuklar molozlar arasında koşturuyorlar. Başka nerede vardır acıyı şenliklerle karşılamak.

İşte ışıldaklı radyosu Murat Bey’in, hüznü neşeye karıştırıyordu. Radyo dalgaları, deprem dalgaları, şu deli denizin dalgaları… Vurgun yemiş gibiydi o anda Gölcük’te. Sonra birden arkasından beliren ses, o ürperten dokunuş, atlayıp gelmişti Ankara’dan Zeynep. Gözlerinde acıyı ve aşkı getirerek. Hayatta her şey müşterek demişti Zeynep. Babasından öğrenmişti bu sözü. Bir gün bulaşık yıkarken gördüğünde babasını şaşırmıştı da “hayatta her şey müşterek” kızım demişti babası da.

O gün işte evlendiler, kesin ve vazgeçilmez bir kararla. Bir tutkudan çok yol arkadaşlığıydı, yoldaşlık, arkadaşlık. Kavga ettiklerinde de, küskünlüklerde de unutmadılar birbirlerine verdikleri sözü. Şimdi de bu salgında bu söz ne kadar da kıymetliydi. Şimdi yanında olsaydı yol arkadaşı ve birlikte iki seyyah gibi erişselerdi yeni ve daha önce hiç erişilmemiş menzillere.

Radyo’da bilmiyorum hangi kanalda bir rock grubu çalıyordu. Ama ilginçti, İtalyancaydı şarkı. Bir yerlerden hem de çok iyi bildiği bir şarkıydı bu, tanıdık bir melodi. Öğrencilik yıllarında dilinden düşmezdi Cebeci’den Kızılay’a yürürken ve büyük kararların eşiğinden geçerken. Ama başkaydı sanki sözleri. Sahi o yol, Dikimevi’nden başlayan, Siyasal’ı geçip Kurtuluş Parkı’na uğrayan ve sonra Yenişehir’den, Kızılay’a akıp giden o yol, bütün büyük kararların toprağıydı sanki.

İtalya; Milano, balta, mızrak ve Venedik’te aşk. Sonra sekiz kenarlı dik köşeli kasket gelir akla. Beyaz krem takım elbiseler. Western filmler ve Amerikalı İtalyan mafyaları. Luciano’ydu değil mi? Bir zamanlar Amerika. Ya da o Hollywood Robin Hood’u Al Capone. İtalya kadın kokusuydu belki de ve bizim Murat 131’ler. Balad’ın dar sokakları, bir zamanların balkonları, modası. Bunlar mıydı İtalya? Fatih’in, Attila’nın gözünü diktiği Akdeniz, sonra espresso sonra Neruda sürgünleri ve bir postacının yeniden keşfettiği mecaz. Ama Mussolini ve Berlusconi hiç değil. Hem bizler Hektor’un çocukları değil miyiz? Küçük Asya’da iki Roma!

Şimdi bir balkon İtalya’da. Balkonda akordeon çalan bir kadın. Uzun boyundan gece gibi siyah saçları dökülüyor. Akşamüstü, gülümsüyor kadın önce bir ıslık sonra ciao bella. Ama o soygun dizisindeki sahte olan değil, gerçeği. Yani tarlada İtalyan halkının diş bileyerek söylediği. Kadın balkonda, o anda aslında bütün İtalya Balkonda. Ve aynı özlemle aynı melodi yankılanıyor, bütün yüreklerde. Avanti o popolo, alla riscossa, bandiera rossa, bandiera rossa. Bir kadın geçiyor sokaktan, çocuklarıyla ve alkışlarıyla. Sonra yanan meşaleler Napoli ve Roma’da. Irkçılığın ağlarını delip geçen Maradona. Bandirera rossa ve insanların gülümseyen yüzleri. Derinlerde köprüleri yıkan o taşkın nehir, buluyor kendini.  Akdeniz, dolduruyor yelkenleri kızıl özlemleriyle. Ne kadar çok ihtiyacımız var insan kardeşliğine. Üstelik Helenler yeniden diriltmişken Nemesis’i, ve Levi ve Şimaon, Kıbrıs’a dikmişken gözlerini. Elleri kolları bağlı bu ağır Bizans ritmine uyup, defne yapraklarının üzerinde esrik bir uykuda gözlerini kapatacaklar mıydı?

Şimdi bir balkon İtalya’da. Gün batımında bekleyen namlulara dönük yüzü kadının. Ve alnında İstanbul’un şairane dudakları konuyordu turnalar gibi.

Akdeniz’in turuncu tuzlu rüzgârları sürüklüyor yaprakları bu arada. Sokaktaki telaş takılıyor şarkının nakaratına. Bandiera rossa la trionfera, bandire rossa la trionfera, evviva il comunismo e la liberta! Alınacak Hektor’un intikamı, ilerle, bütün gücümüzle, özgür olacağız bugün!

Birleşiyor balkonlar, kırarak saydam duvarları. Her şey sıkılmış yumrukların bir inip kalkmasına bakar. Murat Bey, daha yatılı okulda öğrenmişti tarihin öznesi olduğunu. Halk deyişiyle olaylara karışmıştı. Şimdi bulunduğu her yeri bir örgü gibi örüyordu. İki Şehrin Hikayesi’nde Bastille planını örgüyle ören o kadın gibi. İşte o yüzden beklemek gerekiyordu, beklemek için de vakit lazımdı. Hayat tecrübesiyle bu vaktin ve saatin bu iç içe geçmişliğini kullanmayı öğrenmişti. Bir köşede bekleyip duran, kafasını hiç kaldırmayan biçim nasıl da aldatıyordu. Gizliden gizliye örüyordu ağlarını Murat Bey ve binlerce Murat Bey gizliden gizliye ağlarını örüyordu her köşeye.

Kapı çaldı. “Eh nihayet geldi Zeynep.” Birden evin o puslu havası dağıldı. Umut ve neşede daha da güzelleşirdi gece. Açtı kapıyı Murat Bey deminki şarkının ıslığıyla. Göğsü yeni bir evrenin soluklarıyla dolmuş, ince boynunun belirsiz damarları bu kez heyecandan kalınlaşmıştı. Hafif kırlaşmış saçlarının altında bekleyen iyimser bakışlarla baktı Zeynep’in gözlerinin içine. Sonra dayanamadı, hayatında bir kere bile çiğnemediği kuralları hiçe sayıp sarıldı Zeynep’e. Sonra üzerinde güneşin halesini taşıdığı alnını öptü. Ve o şarkı bundan sonra Murat’la Zeynep’in denizlerinde göndere çektikleri kızıl bir bayrak oldu.