Güneş ufuktan yavaş yavaş kendini göstermeye başlıyor. Yaz mevsimi son demlerini insanlara tattırıyor. Yaz boyu süren o sessiz, sakin sabahlar artık yerini curcunaya ve telaşeli sabahlara bırakıyor. Bizim Necdet de küçük germe hareketleri ve tüm vücudunun derininden gelen iniltilerle uyandığının sinyalini vermeye başladı. Kışları pek gelmez yanıma, havalar ısınmaya başladığı zaman onun da müdavimliği başlar benim yanımda. Birbirimize hiç hal hatır sormayız. Ne o teşekkür eder rahat ettiği için, ne de ben gücenirim benimle konuşmadı diye. Rahat etti diyorum ama uykusundan gözünden akan sözler ve küfürler pek rahat bir uyku çektiğini göstermiyor. Benim suçum değil bu.Tabiatımda olan şeyi nasıl değiştirebilirim birden? Sert ve rahatsız olmak benim mi yoksa beni böyle yaratanın suçu mu? Kendimde bir suç aramıyorum, tüm yükümlülük yaradanımda. Necdet’in de bunları düşündüğünü zannetmiyorum zaten. Suçu bana değil de hayata bulduğunu bu raddeye getiren olaya atıyor ekseriyetle. Ne ki bu olay diye soracak olursanız bende bilmiyorum. Tek arkadaşı olduğunu düşündüğüm Sadık ile olan ve benim de kulak kabarttığım sohbetlerinde “malum olay” diye bahsediyor. Sadık da sanki olayın şahidiymiş gibi şıp diye anlıyor ne demek istediğini. Belki birgün açar bana da. Sonuçta ben onun Sadık’tan sonra en yakın arkadaşıyım. En azından havalar sıcakken. Hem de Sadık'ın ara sıra yaptığı gibi boşboğazlık da etmem. Çok güzel dinlerim. Necdet tamamen uyandı. Kollarını yukarı kaldırarak uzun bir şekilde esnedi. Sağa sola bakındı, ona dikkat eden kimseler var mı diye. Ama kimse onu görmezdi ki. Görseler bile çapulcu kıyafetleri yüzünden bakışları kısa sürede diğer tarafa çevrilirdi. Necdet, kendisi dışındakiler için görünmez bir insandı. Resmi olmayan bir kast sistemi vardır insanlar arasında. Herkes dengi olanı görürdü. Necdet ise bu görünmeme durumunu kanıksamış ve sanki işine de geliyormuş gibi davranıyordu. Esnemesinden sonra bir süre daha oturmaya devam etti. Boşluğa bakarken neler düşünüyordu acaba? O iki üç dakikadaki düşüncelerini okumayı çok isterdim. Kimdi aklındaki, neydi? Hangi düşünce bu iki üç dakika süren trans halini sona erdiriyordu? Her zaman ki gibi o benim deli gibi öğrenmek istediğim düşünce, Necdet’in trans halini sona erdirmiş ve Necdet ayağa kalkmıştı. Geceleyin elinde dolu şekilde getirdiği şarap şişesi boşalmıştı ve onu alıp kağıt topladığı el arabasının içine atıverdi. Arabasını yüklendi ve yine gece gelmek üzere yanımdan ayrıldı. Belki de gelmez, bilmiyorum. Ama ben onu bekleyeceğim. Belki bu sefer geldiğinde o malum olayı da anlatır.

 Necdet’in yanımdan ayrıldığı vakitler genelde insanların sokakta daha da kalabalıklaştığı anlardı. Pek hızlı olmayan adımlarla biryerlere yetişmeye çalışıyorlardı. Yüzlerinin bu saatlerde pek güldüğü söylenemez doğrusu. Kaşları da sanki doğuştan gelen bir özellik gibi hep çatık. Ama ben biliyorum doğuştan değil bu çatıklık. Bebekleri hiç çatık kaşlı görmedim ben. Ne oluyorsa belli bir yaşa gelince oluyor demek ki. Acaba bebeklikte varolan masumiyet ve huzur yerini nasıl huzursuzluğa ve gerilime bırakıyor? Dükkanlarını yavaştan açan esnafların birbirlerinin yüzüne bile bakmadan içeri girmesinin tek sebebi uyku mahmurluğu mu? Yoksa gece onları uyutmayan sıkıntılı düşüncelerin sabah ağızlarında bıraktığı tat ve koku mu? Yaşama sevincini söndüren şey ne ola ki insanlardaki? Gençlerin bile ikili üçlü gruplarla okullarına giderken hiç konuşmaması garip değil mi? Hepsinin kulağında kulaklıklar var. Şarkıdaki adamın sesine tahammülleri varken arkadaşının sesini duymaya tahammülleri yok mu yani? Bunların tek bir cevabı var bence. O da insanların sabah kalkmak istememeleri. Sabah güç bela uyanan bir insanın tek bir lafa bile tahammülü kalmıyor demek ki. Aslında hepsi Necdet gibi sabahları. Ne kadar kast sistemi olsa da insanların yaratılışı ortak. İşte bir sabah gerginliğine sahip insanımız daha geldi. Necdet gittikten sonraki ilk müdavimimiz bu sarı ve kıvırcık saçlı, soluk tenli hanımefendi. Üzerinde hep aynısını giydiğini düşündüğüm mavi kotu ve ince beyaz bir tişört var. Ayakkabıları kirli mi kirli ve sararmış. Bu kadının ne yaptığını, nereye gittiğini bilmiyorum. 15 dakikalık bir ilişki bizimkisi. Kadın her sabah gelir, 15 dakikaya 3 sigara sığdırır, telefonu çalar ve gider. Bunların hepsi 15 dakikada olur. Telefonun karşısındaki kişiyle yaptığı görüşmede ise tek cümle söyler ve telefonu kapatır: TAMAM. Her sabah bu rutin tekrarlanır. Sadece ama sadece tek bir sabah farklı gelişmişti olaylat. O sabah yine aynı şekilde, aynı saatte uğradı yanıma. Sigarasını yaktı oturur oturmaz ve bir nefes çekiverdi hemen. Birden ağlamaya başladı hıçkıra hıçkıra müdavimim. Sigarasını attı elinden, aslında attı demek doğru olmaz düşürdü desek yeridir. Ellerini yüzüne kapattı ve çok acı verici şekilde ağlamaya devam etti. Etrafta kimsecikler yoktu nedense. Saatler aynıydı, diğer günlerden hiçbir farkı yoktu ama etraf ıpıssızdı. Ağladı. Ağladı. Telefonu erken çaldı bu sefer. Sanki telefonun ucundaki kişi hissetmişti olanları ve 10 dakika erken aramıştı her zamankinden. Hanımefendimiz toparladı kendini kulaklarını tırmalayan zil sesi ile. Boğazını temizledi ve telefonu açtı. Yine aynı donuk tonda aynı cevabı vermişti: TAMAM. Sanki az önce ağlamamıştı, profesyonel bir aktör edasıyla rolüne dönüvermişti kısa sürede. O 10 dakikadan bile kısa olan sekansı tek cümle ile anlatmam gerekseydi şöyle söylerdim: Gözün gördüğü ile gönülün bildiği bir değil. Neden ağlamıştı, ayrıca neden sabah ağlamıştı? O kimsenin bulunmadığı ıssız anı özellikle mi seçmişti? Telefonun ucundakine neden rol yapmıştı? Bunların hepsinin cevabı o hanımefendide ve ben hiçbir zaman öğrenemeyeceğim galiba. Sonuçta ben tahtadan yapılmış alelade bir bankım.