Belki de gün, onun bitiş noktası olma yolunda ilerleyen, geceleri kabuslarından doğan haykırışları koynunda büyüttüğü zamirlerin hepsiydi. Bu güneş, Berlin'in çamur dolu bir tarihi anımsatan duvarında kalıp oluşturmuş bir sarmaşıktı. Bütün bunların dışında Zemheri için bu şehrin tam da bu güneşi sadece acıyı temsil ediyordu. O kadın, Zemheri.

Adı, bu koca şehirde sadece kendinde olan bayan, kadın, hanım ve efendi. Sevdasının acısını kendine ayna yapmış, tecavüze uğramış kalbinin emeğini yemiş insan Zemheri. Sussa neler anlatır ki?


"Cam aslında kumdur. Kum taştan dökülür, taş kayadan yuvarlanır, kaya dağdan." dedi ve nefeslendi.

"Kalbinizi yansıtacaksanız cama ilk önce hikayesini ezberleyeceksiniz. Ama bu hikaye ellerinizi kanatır. Kanayanlar kabuk bağlasa da hafıza kabuk tutmaz. Emeğin acıyı yiyerek olgunlaştığını anlamak için emek verip acı biçeceksiniz." diye devam etti ve bitirdi. Keza bugünün onun için neden bu kadar ızdırap dolu geçtiğinin açıklaması onda da yoktu. Gelecek kaygısı olan kadınlardan biri olmayı bırakalı yıllar yılları kovalamıştı. Yavaşça çantasını topladı ve yola koyuldu. Bir zamanlar şimdi geçtiği merdivenlerin kulaklarını melodilerle doldurur, basamaklarında çiçekler doyururdu. Bu okulun, Atina'nın merkeziymiş havası taşıyan bol heykelli ve aşk kokan sığınak hâline gelmiş koridorları onda birer yeis barınağı olusturuyordu sadece.

Hâlbuki yaşı, şairin yol ortası tabiriydi. Lakin onun gülleri çoktan kurumuş, duvarlarını kapkara bir boşluk sarmıştı. İçinin dumanından kahkaha atan çocukları bile göremez olmuştu artık. Emektar, kırmızısı solmuş bisikletine atlayıp Berlin sokaklarını sırayla geçip uzun uzadıya düşüncelere kapılarak sokaklar geçti. Yarı Türk, yarı Alman mahallerini geçip mütevazı apartmanın önüne dayandı. Bisikletini kapıda oynayan haylazlara verdi. İçinde bir şeylerin ölmediğini kendi kendine hatırlatmak için yapardı bunu her gün. Başkaları ondaki mutsuzluğun üstüne kum atsın isterdi. Asansöre binip nihayet evine vardı. Anahtar taşımak onun için kimsesizlik belirtisiydi. Uzun uzun kapıyı çaldı. Bekletmeden açtı kapıyı içerideki şahsiyet. Ki kendisi Zemheri’nin bir avuç ümitsizlik sebeplerinden sadece biriydi. Asuman. Hayat dolu, mutluluğuyla insanları kıskandıran, gül yüzlü tombul yanak. Asuman, her yaraya pansuman. Zemheri’nin kalp kapılarını zorlar, içeri ışık sızdırmak için elinde bir demet gülle beklerdi. Ama o gün değildi. O gün ikna Zemheri'yi ikna etme günüydü.

Ve Asuman konuştu.

Bugün sende havalar nasıl?

Cevapladı Zemheri:

"Bende bulutlu sende sükûtlu."

Çıkar bakalım baklanı saklama.

"Barış iyi değil. Onu görmen gerek."

"Neyi var?”

"Bilmiyorum. Dayanamadı artık el kadar çocuk.”

"Bu kadar acı yenir mi be kardeşim?”

"Anneli çocuğu öksüz ettin?”

"Sus Asuman! Sen böylesi yarayı nasıl anlayabilirsin? Bu hayatta öksüzlükten başka ne biliyorum ki!”

"Gidecek misin? Ondan kaçsan bile başka yolun mu var ki?" dedi ve gitti Asuman.

Bıraktı izbe odanın en tenha köşesinde unutulmuş, kendini unutmuş kadını.

Hatırlamak düşmandı ona.

Barış, onun cihanına hükmeden çocuk. İnsanoğlunda kalmış ahlarının tümü.

Uğruna savaşın alasını, sevdanın belasını çekmişliği. Demek ki masalları özlemişti.



Bu, ucunda Barış olan yeni bir savaştı. Asuman'ın arkasından elinde mendil salladığı, engin denizlerin üzerine çıkartan yeni bir kara buluttu. Ve kadın yola çıktı.


Gün kara, gün neşesiz, gün düşmanların hası.

Gün Bolu'ya hüzün dökmüş, sokaklar evsiz köpek. Bir kapı çalındı sessiz ve istemsiz. Usulca gelen bir dert telaşesi. Sevgili kadın delici bakışlarıyla Zemheri'nin çaldığı kapıyı açtı. İçi bir dolu umut çocuğu. Gül kokulu Sevim. Bu zehirli konağın bir nevi hizmetçisi, bir nevi beslemesi. Ve Zemheri hevesli olmayan bakışlarını kaldırdı. Orada, tam da orada kadın bir garip gördü. Kalbi olmayan yuvanın o penceresinin pervazından sarkıtmış pamuk ellerini, yağmurları takip ediyordu. Bir hayalin peşinde kanat çırpar gibi. Zemheri’nin hüzün diyarının padişahı.

"Ah çocuğum. Ah benim bebek tenlim!" diye iç geçirdi asil ve zehir kadın.

Çocuk koştu. Rüzgâr delenlerden delen.

Çocuk koştu kavuşur gibi nehir denize. O gün bir çocuk, çocuk olduğunu tekrar hatırladı. Anne kucaklarının bir kokuya sahip olduğunu hatırladı.

Bir Satürn kavuştu çemberine. O gün yeni bir hayat ölümüne kavuştu, sadece yeniden dirilmeyi öğretebilmek için kendi kendine. Ama bu kavuşma, günü aydınlatmaya yetmedi. Bir kara bulut geldi oturdu Zemheri’nin göğsüne. Eski bir aşk, son kez biten bir imza.

Pusat. Ah, o kılıç! O hikayenin hem bir tek harfi kadar değerli olmayan, hem de bütün hikayeyi tam da kendisi yazan.

“Nedenmiş bu bilinmeze tekrar gelişin?” dedi gözlerine ömür biçilesi adam.

Hangi rüzgârın kurdu, hangi düşmanın pusususun?

Şeker dilli, mis portakal kokulu adam. İç sesimi bile emrine köle yapan nefret ettiğim.

Dedi ve sustu kadın. Keza içi yangındı. Cesaret mi? Şu farenin deliğinde tıkınan!

Ne cesaret vardı dilden gayri gitsin ne de nefes

— Oğlumu bana duyurmadın. Nasıl babalık bu böyle! Alma çocuğumu kucağımdan, dursana!

— Barış’ım hadi sen odana çık sana aldığım balonlarla oyna. Olur mu?

— Ama benim en sevdiğim kırmızı balonum gelmiş ki baba! Annem bana gelmiş, dedi içimdekinden saf cocuk Barış.

Adam geri çekilmek zorunda kaldı. Ki gelmişti. Hem zehiri hem panzehiri.

Onun da pusatlığı bu kadardı işte. Denizleri yarar, içlerinden istiridyeler toplar, kuvveti bütün sırları bile ayan etmeye yeter ama bu meleklerin kanatlarının kırılmasına kalp yetiremezdi. Birine ölesiye kırgın olsa bile.




Bu mutsuz konağın kalbi bu gece dopdoluydu. Bir yanda karşılıksız sevenler, sevda mührünü başkasına kaptırmış sadece yaraya deva arayanlar, bir yanda nefret çukurundan kendine rezerve yapanlar; kini, kınısından çekmişler hançeri, tutmuşlar silahın kabzasını, ayrılık yolunun başını çekmeye nazırlar. Bakışlar birbirlerinin üstünde ancak terasın masasında çekirgelerin çıtı var. Akıllarda deliboş sorular. Herkes nereden geldiğine vakıftı hâlbuki. Merak edilen en belirgin soru yolculuğun nereye olduğuydu. Pusat’ın gözleri Zemheri’yi delmek üzereydi. Zemheri oğlunun kokusuyla sarhoş, umuru çoktan kapı dışarı etmişti. Bu hoş konağın atası Devrim Bey'in ve hanımı Seylan Hanım'ın dahi bezgin bir hâli vardı. Tek oğlunun biricik karısının hâlâ o masada oturacak yeri olması onun için en büyük gurur meselesiydi. Hiç gitmesindi hatta barışsınlardı. Sadakatle yüklü bu sevda tekrar kendini aklasındı. Savaşı kazanıp umut ülkelerine kanıtlasınlardı uğruna ölünesi bu sevdayı.

Ama umut fakirin, unutmak ise aşıkların ekmeğiydi. Acıyı daha büyük bir acı yenmezse insan kendi acısının kölesi olurdu.

Onların hükmü aşksız bir gökte yanlız başlarına ucmaktı.

Zemheri kadının rahmini söküp alan o kan dolu yırtıcı duvarlar, geriye tamir edilemez bir irin birikintisi bırakmıştı.

Pusat adamın göğsünü yaran o pusat, oradaki kalbi söküp almış geriye sadece boğazda yutkunmasına engel olan bir yangı bırakmıştı.

Kalbi masallara prens, yüzü Rapunzel'i öpen bir kül dudak, elleri Pamuk Prenses'in zehrini akıtan bir pınar olan masum Barış ise bir evliliğin dermanı olamamıştı.

Ama masallar biriktiren annesinin ona kötü yüzlü kahramanları dahi güzelleştirebilen bir hayal gücü vardı.

Barış annesinin gözlerine baktı. Niyeti şefkati kucaklamak, bir masal anlattırmaktı.

— Neden baktın bakalım Pamuk Prens?

Karnabaharları Zeytin'e mi bıraktın yesin diye?

— Ama ama anne...

— Efendim oğlum

— Sevmiyorum ki onları, hem Zeytin'e veririz onun da midesi dolar böyle benimki gibi, deyip karnını gösterdi tatlı çocuk.


Kıyamadı kadın, ses etmedi.

O güzelim sofrada karınlar doydu, adet olan semaver yakıldı çaylar içildi. Uyku vakti herkesin gözüne birikti.

Barış yatağını annesiyle paylaştı. Zemheri gözlerinden süzülen yaşlar eşliğinde her zamanki oynadıkları oyunun alışkanlığıyla son masalını anlatmaya başladı çocuğuna. Barış da bu oyuna uydu.

— Anne masalımı nereye sakladın?

— Oy benim kartal kanatlım. Masalı saklamadım ki ben hep aynısını soruyorsun. Bak masal ağzımın içinde dilimin ucunda. Ve şimdi saklanılanları görünür etme vakti, dedi ve kadın masalını görünür kıldı.


"Burası bir masal diyarı. Bu masalda pamuk prensesler, yedi cüceler ya da keloğlanlar yok. Bu masalda annesinden koparılan çocuklar, ölen yuvalar, delirmiş bir zihin ve bir avuç şefkat var.

Bir varmış iki yokmuş. Bir diyarda bir kadın ve iki çocuğu yaşarmış. Kadının büyük oğlu on iki diğeri ise on yaşında iki erkek çocuğuymuş. Büyük olan çocuğun melek gibi kanatları ama nahif ve kırılgan kemikleri varmış. Annesine bulaşan erkekleri kanatlarıyla savurur ama her seferinde kanatlarından bir kemik kaybedermiş. Annesinin şefkati onu sarar sarmalar yaralarına iyi gelmese de annesinin evladı için teninde olmayan kanatları, ruhundan yeryüzüne süzülürmüş. Küçük oğlan ise tam da o sahnenin içinde hep arkada bekleyen olurmuş. Annesinin artık ona kanadı kalmaz kırıntı şefkatiyle yetinirmiş. Bir gün büyük mü büyük oğlan kanatlarını paltosunun altına saklayarak patenlerini alıp donmuş gölün etrafında kaymaya başlamış. Gölün kıyısından başlayarak merkezine doğru kaymaya kendini uçarken hissettiği kadar özgür hissetmeye başlamış. Ama masal bu ya kalın buz titremeye, patenlerin keskin bıçakları üstünde gezdikçe kırılmaya başlamış. Buz gibi suların kanatlı meleği oracıkta boğulmuş. Ne uçabilmesine ne de annesini korumasına gerek yokmuş artık. Yeryüzünün düşmez bulutları kadar sıcacıkmış kalbi. Bu ölümün seyircisi bir çift göz, ölüme karışan ele el uzatıp abisini kurtarmak istemiş ama parçalanan kanatlar tekrar yapıştırılır mı? Zaman onu annesine deva, yarasına merhem kılmış. Bu masalın finalinde de büyük kanatlı dev ise hep bir melek kalmış.”


— Gecenin sessiz kadını kitabın son sözünü okuyup kapağını kapattı. Barış'a içi dolu sevgiyle karışık nefretle baktı. Barış ise etrafını saran hastalıklı sevgiyi hisseder gibi uykusunda titredi. Ruhunu saran afakanlar abisinin ölümüne şahit olan küçük çocuk gibi onu yıpratıyordu. Canım prens Barış, kötü cadının koynunda sabaha ulaştı. Hastalıklı bir zihniyetin süt emdirdiği annesinin kuzusu Barış'ın kanatları, hiç açılamadı.

Çünkü bu bir masal değildi.

Annesi bildiği kadının, Zemheri’nin ona anlattığı masallardandı. Berlin yoktu. Hayalden ibaretti bütün kederi. Şizofren bir beynin ellerinde kaybettiği çocuğun yerine koyduğu çocuk, uydurduğu bütün şizofrenik hikayelerden ibaretti. Hatta o kadınlar ve o adamlar. Zemheri'nin içindeki gül kokulu Sevim, onun bir parça serinliğiydi. Seylan Hanım içindeki amansız hükmetme arzusu. Canım Pusat hayal çocuğun kahraman babasıydı.

Ve Barış, benim yeşil salkımlı üzümüm. Dünyasını ölü bir çocuğun bedenine sığdırmış bir garip.

Hasta ruhlu bir kadının bir çocuğun ruhunu pisletmesi ne demek bilemezdiniz.

Bu hüma kuşuna öz abisi pusat oldu, onu bu psikoloji bataklığından kurtardı. Kadın ise kendi hayal çukurlarında boğulduğu bir hapishaneye kapı süsü oldu.