2. Gerekli Fakat Tartışmaya Açık Birkaç Tarihi Bilgi


Konu ve olayla bizzat ilgisi olduğundan dolayı Antakya'nın tarihi hakkında söylemek zorunda olduğum şeyler var. Burada söyleyeceklerim resmi tarih ile uyumlu olmayabilir. Nitekim bu bilgileri ben de sadece duydum. Sözlü geleneğe ait, kuşaktan kuşağa anlatılanlardan oluşan bu bilgilerimi paylaşmak durumundayım. Elbette tarihi bir olay, zamanla aşınır. Bire on katılır, birden on eksilir. Özellikle kuşaktan kuşağa aktarılan tarihi olayların, belgeli olmadığı müddetçe, ciddiye alınmasını doğru bulmadığımı ısrarla belirtmeliyim. Benim anlatacaklarım, konumuzla ilgisi olanlardan; tartışmaya açık, sorgulanması daha sağlıklı olan şeylerdir. Sonuç olarak bu söylentiler, benim değil tarihçilerin ilgi alanıdır.

Antakya'nın İskender tarafından kurulduğunu artık herkes biliyor. İskender öldükten sonra koca imparatorluk İskender'in komutanları arasında bölündü. Bunlardan Selevkosların kralı, Antakya'yı başkenti yaptı. Fakat o zamanın Antakya ismi şimdiki tüm bir Hatay şehrini içine alıyor olabilir. Selevkosların daha sonra, merkezi şimdiki Samandağ-Çevlik tarafına taşındığını söyleyen tarihçiler de var. Nitekim Titus tünelleri bunu kanıtlar niteliktedir. Ama bence Antakya'nın asıl tarihi Romalıların ve Hristiyanların buraya yerleşmeleri ile başlar. Günümüzde de gördüğümüz üzere neredeyse sadece bu iki kültürden eser kalmıştır. Ve bu eserler hala bulunma aşamasının emekleme döneminde bile değildir. Aslında bilinçli bir kazı yapıldığı da yoktur. Herhangi bir inşaat için kazı yapılırken tesadüfen bulunur buranın tarihi eserleri. Gerçekten zavallı, acınası bir durumdur bu. Belki de bu da bir arz talep meselesidir. Ne de olsa varolan tarihi eserleri, yerleri bile sadece saçma sapan sözlerle karalamak için, aşkını ilan edeceği bir yermiş gibi aşk sözleri ile boyayan bir gençlik ve oldukça önemsiz olduğunu da gençlere hissettiren büyükler var. Bunun için değil midir ki acaba, Romalılar ve Hristiyanlardan sonra neredeyse hiçbir kalıntının olmaması... Onlardan sonra gelen iki bin yıllık bir müslüman hakimiyetinin sanki hiç var olmamış gibi iz bırakmaması... Osmanlı'nın yüzlerce yıllık hakimiyetinden bile gözle görülür bir şeyin kalmaması düşündürücü değil midir? Kıyaslamak gibi olmasın fakat örneğin İtalya'nın şehir mimarisi ve tarihi yapıların şehre kattığı hava gerçekten de görülmeye değerdir. Söylediğime örnek olarak internette milyonlarca fotoğraf ve videoya ulaşmak mümkün. Ve insan o fotoğraf ve videolarda bile ilk önce o şehrin ruhunu hemen fark edebilir. Şehrin bir ruhunun olması mümkün mü? Evet, buna inanıyorum ve hayati önemde olduğuna da kanaat getirdim. Fakat bizde ne estetik ne de mimari olduğu için sırf beton yığınları arasında, bunun üzerimizde yaptığı etkinin de ne farkında olarak ne de bu eksikliği umursamadan geçip gidiyoruz. Ruhsuz şehirlerin ruhsuz insanları olarak yaşamaya devam ediyoruz. 

Devam edelim. Dünyada kurulan ilk kilisenin burada olduğunu biliyoruz. Ve bu kilisenin bizim konumuzla birebir alakalı olduğu ilerleyen sayfalarda görülecektir. Amacım bir tarihçe resmetmek değil. Yoksa elbette ki Sümerlerden, Hitit, Fenike, İskender, Roma, İslam devletleri, Osmanlı vs. bahsetmem gerekirdi. Onlarca devlet, yüzlerce fatih ve şehri bugüne kadar getiren milyonlarca olay. Ama ben sadece bizi ilgilendiren kısım üzerinde duracağım.

Selevkostan sonra Antakya, Roma'nın hakimiyeti altına girdi. Hristiyanlığın ilk faaliyetlerinin başladığı yerlerin başında gelir burası. Hz. İsa'dan sonra elçiler burayı uğrak bir yer haline getirmiş ve burada Hristiyanlığı yaymak için uğraşmışlardır. Hristiyanlığın faaliyetleri başlamadan da burada Yahudi bir nüfusun varlığı da kesin. Çünkü elçiler davetlerini en çok Yahudi halkına yapıyordu. Ama Yahudi olmayıp Hristiyanlığa giren de oluyordu. Elçiler gidip gelirken burada hatırı sayılır bir inananlar topluluğu oluşmuş ve kayalara oydukları, gizli ayinler yaptıkları ve baskın ve saldırılardan kaçmak için açtıkları tünellerle St. Pierre kilisesini kurmuşlar. İlk, "mesihçiler" adlarını burada kullanmışlar ve bunu kalıcı hale de getirmişlerdir. Bu arada elçiler devamlı gidip gelmiş. En önemlilerinden Pavlus ve Barnabas burayı uğrak bir yer haline getirmişlerdi. 

Buranın halkının anlattığına göre, Romalılar geldiklerinde Hristiyanlar öyle bir baskı ve zulüm gördüler ki Barnabas ve Pavlus yeni çareler bulmak için çok düşünmüşler. Hareket yer altına inmiş. Romalılar ve Yahudiler, Hristiyanlara nefes aldırmamış. Böylece saklanmak ve faaliyetlerini gizli yollardan yapmak zorunda kalan Hristiyanlar yer altına inmişler. Efsanelere göre muazzam yer altı şehirleri bile kurulmuş. Bilindiği üzere Romalıların baskısı İsa'nın öğretisini kendi çıkarlarına uyacak şekilde tertipleyene kadar sürmüş. Barnabas ve Pavlus bu en büyük tehlikeyi, yani Hristiyan görünümlü ama aslında kafirlik olan, her dönemin muktedirinin başvurduğu bu hileyi fark ettiklerinde bu en belalı hileyi bertaraf etmek için daha kalıcı ve sahtenin yanında demir gibi durması gereken gerçeği ilan ve teşhir etmenin yolunu aramışlar. Fakat bu çok zor bir iştir. Çünkü her bir insanda, her bir bireyde bu mücadele tekrar tekrar sonsuza kadar sürerdi. 600 yıl sonra Hz. Ali ve Muaviye arasında da bu mücadelenin aynısı yaşanacaktı. Yaşanmaya da her zaman ve her çağda devam edecektir. Günümüzde de dinin, devletlerin ve iktidarların çıkarları için nasıl içinin oyulduğu az bir kesim tarafından da olsa bilinen bir gerçek.  

Kutsal kitaplarda Pavlus ve Barnabas'ın Antakya'nın yerlilerinden olan bir havari, Habibi Neccar, ile desteklendiği fakat bunun da işe yaramadığı ve Allah'ın Antakya halkını bir deprem ile cezalandırıp şehri yerle bir ettiği söyleniyor. Gerçekten de milattan sonra 3. yüzyılda Antakya'nın bir depremle yok olduğu biliniyor ve bu deprem o azap ile ilişkilendiriliyor. 

Halk söylentileri ile devam edersek, deprem meydana gelmeden önce bunun olacağını bilen Havariler tüm önlemleri almışlar. Yer altı şehirleri kapatılmış, mühürlenmiş ve kimsenin bulamaması için büyü ile de korunmuş. Bu tedbirlerden sonra havariler de burayı terk etmiş. İşte efsanelere konu olan gizli yer altı şehirleri, devasa hazineler, gerçek olan, değiştirilmemiş İnciller de burada saklıymış. Binlerce yılın efsanesi ve arananı Barnabas İncili bile buradaymış. Halkın inanışına göre tek gerçek İncil buymuş ve bu İncil'de Hz. Muhammed bile müjdeleniyormuş. Ama halkın daha çok ilgisini çeken şey elbette ki bu gizli yer altı şehirlerinde saklanan hazinelerdi. Kimse yerlerini bilmese de, böyle bir yeri kimse görmemiş olsa da bu halk efsaneleri günümüze kadar geldi. Ve elbette ki hazinelerin büyü ile korunduğu da en önemli ayrıntı idi. Aramaya kalkan lanetlenirdi, delirirdi, kendini asardı. Dahası, orayı koruyan korkunç yaratıklar vardı. Bu hikayeleri duyduğumda benim dikkatimi çeken şey efsanelerde de anlatılan korkunç ve devasa büyüklükteki beyaz yılanlardı. Çünkü beyaz bir yılanı oradan tesadüfen geçerken gerçekten de görmüştüm. Elbette anlattıkları kadar büyük değildi, normal bir yılan boyutlarında, bembeyazdı. Biz köy yolunda bir gece vakti eve giderken yılan da yoldan karşıya geçiyordu. Ama bizi farkeder etmez bize hücum etmişti. Nasıl kaçtığımızı bile anlayamamıştım. Yılana uzaktık, ona bir tehlike bile oluşturmadan bize saldırmaya kalkması gerçekten beni çok korkutmuştu. Fakat ben efsanelere inanmamayı tercih etmiştim. Yine de birazdan anlatacaklarımdan sonra neye inanıp inanmaması gerektiğine, bu satırları okuyanın kendisi karar versin. Ve evet, bunu benim de itiraf etmem gerekir ki burada gerçekten bir şeyler oldu. Bu sefer şairin değil ama bir aptalın dediği gibi, kesinlikle burada bir şeyler oldu. Kimse ne olduğunu anlamasa da çok önemli şeylerin döndüğünü herkes anladı.

O günlerde haberleri izleyen herkes bu olayı hatırlayacaktır. Definecilerin bir evi kazmaya başlaması, daha sonra devletin bizzat olaya müdahil olmasi, uzun namlulu silahlarla asker koruması eşliğinde kazıların devam etmesi, gazetecilerin günlerce uğraşına rağmen tek bir bilgi bile edinememesi, milletvekilinin dahi içeri alınmaması ve devlet tarafından da tek bir açıklama bile yapılmadan olayın kapatılması hala hafızalarda. Ve biz de şimdi bu olayların başladığı yerdeyiz. Bizim öykümüz de tam da burada başladı.