4. İsmail Ön Plana Çıkıyor


İsmail'in belki de hayat bulduğu bu tek dönemde ancak, onu tanıma fırsatım oldu. Keyfinin yerinde olduğunu, heyecanlı olduğunu hayatımda ilk defa görüyordum. Bu fırsattan yararlanıp neden konuşmadığını, neden böyle ruh gibi dolandığını sormuştum ve bana:

— Konuşacak ne var? Etrafımdakilerin boş konuşmalarından ve beni de düşüncelerimden sıyırıp kendi konularına çekmeye çalışmalarından nefret ediyorum, demişti. 

Olaya dönelim. Aslında bunlardan benim uzun bir süre sonra haberim oldu. Her şeyi büyük bir gizlilik içinde yürüttüler. Kendi aileleri dahil kimseye bir şey söylemediler. 

Toprağın çökmesi ile ortaya çıkan tüneli ilk fark ettiklerinde İsmail de hemen çukura atlayıp önce amcamı ayağa kaldırdı. Amcamın bir şeyi yoktu ya da varsa da önemsemedi. Şimdi ikisi de meraktan ölüyor bu tünelin neyin nesi olduğunu görmek istiyorlardı. Amcam ayağa kalktıktan sonra ikisi de tünele daldı. Gün ışığından koyu karanlığa ani bir geçiş oldu. İkisi de telefonlarının fenerlerini açtılar. Ve insan eliyle açılmış olduğu belli olan, neredeyse bir insan boyunda uzayıp giden tünelden ileriye doğru gittiler. Pek de kısa denemeyecek bir yürüyüşten sonra aradıklarını bulmuş gibi hayretle etrafa bakındılar. Araştırdılar, yokladılar. Fakat ikisini de aceleci bir telaş kaplamıştı. İkisinin de aklından aynı şey geçiyordu. Çok önemli bir şey bulduklarını ve bunu gizlilikle yapmak zorunda olduklarını biliyorlardı. Tünelden ulaştıkları yeri acelece bir gözlemledikten sonra amca:

— İsmail, hemen çıkalım. Kimse fark etmeden tüneli kapatalım. Düştüğümüzü fark ederlerse buraya çullanacaklar. Şimdilik tüneli ve giriş yerini gömüp gizleyelim. Gece yeniden geliriz.

İsmail'in de aklından aynı şey geçiyordu ve hemen dışarı çıktılar. Neyse ki kazayı fark eden olmamıştı. Hemen düşen motoru çukurdan çıkardılar. İsmail koşarak römorktan kürekleri getirdi. Birileri görüp de şüphelenmesin diye de amca tarlayı sürüyormuş gibi yapmaya devam etti. Bu arada da İsmail çukura iyice toprak attı. 

— Tünel sağ tarafa doğru da devam ediyor. Bu o efsanevi şehir olmasın?

— Hangi efsane? 

— Dakiaunus'un devasa hazinesini saklayan yeraltı şehri.

— Bilmiyorum, halk efsanelerine çok fazla kulak asmamak gerek. Kendi gözümüzle gördük. Kendimiz inceleyip göreceğiz de. Dışardan duyduklarına ihtiyaç yok.

— Oğlum İsmail, eğer büyük bir hazine bulduysak var ya...

— Heyecanını belli etme. Evdekilere de sakın bir şey çaktırma. Bu işi büyük bir gizlilik içinde yapmamız gerekiyor. Yoksa elimizden alırlar. 

— Evet, evet tamam. Yalnız bahçe sahibi beni korkutuyor. Bizi fark edebilir. 

— Sen boşluğa geldiğin için toprak çöktü. Ama içini doldurduk. Burası, en azından bu taraf, artık çökmez. Fakat yine de ev sahibi bizi burada tekrar görürse şüphelenecektir.

— Motor bozuldu deriz. Bir günde bitiremedik deriz. 

— İçerisinin ne kadar büyük olduğunu gördün. Sanırım buraya uzun bir süre gidip gelmek zorunda kalacağız. Gizlilik içinde ve ancak geceleri gelebileceksek... Üstelik şimdi girişi kapattık. Tekrar kazmamız gerekecek.

— Şimdi tarlayı sürmeyi bırakalım. Bitirememiş gibi yaparız, böylece yarın tekrar gelmeye bahane olur. 

— Eve dönüp plan yapalım o zaman. Gece yine geleceğiz. Daha teçhizatlı bir şekilde.

Amcanın gözleri parlıyordu. Bir hazine bulduklarından, bulacaklarından emindi

— He hey! Ben sana dememiş miydim? Allah en çok İsmailleri sever diye.

İsmail amcasına yan baktı, bir şey demedi.

Alelacele tası tarağı toplayıp eve döndüler. 

Hasan amcanın evinin terasına geçtiler. Amca eşinden çay yapmasını istedi. Kendileri de yalnız kalıp plan program yapmaya başladılar. Amcam yerinde duramıyordu. Tarla sahibi de aradı ve işin neden bitmediğine isyan etti. Amcam motorun bozulduğunu ve acilen gidip yaptırmaları gerektiğini söyledi. 

Gerekli konuşmayı yaptıklarına inandıktan sonra ayrıldılar. Artık geceyi bekleyeceklerdi. İsmail de heyecanlıydı besbelli. Çünkü onu hiç böyle görmemiştim ve konuşmaya bu kadar hevesli olduğunu görünce de çok şaşırmıştım. Ona belli etmemeye de çalışarak, bu fırsatı kaçırmadım.

— Nasıl gidiyor İsmail?

— Sanırım iyi. 

— Baksana, bir iş ilanı buldum. Asgari ücret, sigorta yemek ve kalacak yer de veriyorlar. Ayrıca fazladan mesai yapabiliyor ve maaşını arttırabiliyorsun. Bu zor zamanlarda iyi bir fırsat aslında.

— Şu sıralar iş aramıyorum. Üstelik zorlandığımı da düşünmüyorum. Masrafım yok. Almak istediğim bir şey de yok.

— Böyle devam edemezsin ki. Evleneceksin, çoluk çocuğa karışacaksın. Para illaki lazım olacak.

— Evlenip çoluk çocuğa karışacağımı nereden çıkardın? Belki de intihar ederim. Ve bunların hiçbirini yapmak zorunda kalmam. (İsmail o günlerde intiharı gerçekten düşünmüştü. Fakat ben öylesine söylediğini sanmıştım. Bunu sonraları Songül'den öğrendim. Songül, İsmail'in cenaze akşamı "benim kız" dediği sevgilisiydi.)

— Saçmalama. (Aslında sadece sohbet konusu açmaya çalışıyordum. Ama İsmail'i sıktığımı fark edince telaşla konuyu değiştirdim.)

— Bizim Ahmet'i duydun mu? Kripto paradan köşeyi dönmüş. Son model araba da almış, lüks bir ev bile inşa ediyormuş şimdilerde. Nasıl da garibandı. Şimdi bak...

— Bana bunları neden anlatıyorsun? 

(Hakikaten iyice saçmalamıştım. Fakat onu konuşturuyor olmanın heyecanı yüzündendi bu.)

— Aslında...

— Kimin ne kazandığı ne kaybettiği beni neden ilgilendirsin ki?

Kaybediyordum, hemen toparlamam lazımdı. 

— Şey, aslında sadece bu konu hakkındaki fikrini soracaktım. Bu sanal paranın geleceğin parası olduğunu söylüyorlar. Ama bazıları zengin oluyor bazıları batıyor. Hatta intihar ediyor. Yani bu da acaba kumar gibi, birinin kazanması için bir başkasının kaybetmek zorunda olduğu bir düzen mi? Öyleyse insanlar birbirinin kanını emiyor.

— Bilmiyorum, umurumda da değil. Burada insanlar hep kısa yoldan zengin olma hayalleri kurar durur ve bu tür işlere dalıp çıkarlar. Belki de onlara da hak vermek gerekir. Üzerlerinde büyük bir ekonomik baskı var. Ve baskı altında olan insan huzurlu olamaz. Fakat bence bu dünya yeterince sıkıcı. En azından yaşamak için uğraşmak zorunda olduğumuz şeyler bizi bu sıkıntıdan bir nebze kurtarabilir. Çalışmak yani.

Uzaklara bakarak konuşuyordu. Durumu toparladığım için sevinerek:

— Para olunca yapılabileceklerin sayısı artar, imkan olur, zaman da bollaşır. Bu daha iyi değil mi?

— Evet belki daha iyi. Benim için hepsi bir. Daha doğrusu önemli olan içindeki kargaşanın durulmuş ya da durulmamış olması. Dış etkenlerin bir önemi yok. Olsa da çok az bir etkisi var. Sadece içindeki durum senin mutlu ya da mutsuz olacağını belirler. 

— Senin içinde ne var?

Sanki onu incelediğimi fark etmiş gibi bana şüpheyle baktı önce. Sonra sadece şunu dedi ve evine çekip gitti:

— Tufan.

Ağzından bu kadar da olsa laf alabildiğime şükür etmiştim. Yine de üstelemek istemedim. Böyle devam edeceğini umup aramızdaki muhabbeti ilerletmeye çalışacaktım daha sonra.

Hasan Amca cephesinde ise durumlar tam tersineydi. İsmail'i kesseniz ağzından tünelle ilgili laf alamazdınız. Tünel, yeraltı şehri, hazine vs. umurunda mıydı gerçekten? Ki az önceki karşılaşmamızda da ne kadar soğuk ve serinkanlıydı. Amcam ise ortalığı çoktan ayağa kaldırmıştı. Durduk yere kahkahalar atıyor, müzik açıp oynuyor, yengemi dansa kaldırıp onu çok sevdiğini söylüyor ve onu öpücüklere boğuyordu. Normalde ailesine oldukça soğuk ve sert olan bu adam, dışarıda ise oldukça neşeli; toplumun genelinde görülen ilginç bir tezat, yengemi yıllardır böyle mutlu etmemişti. Yengem de bu mutluluk enerjisini almış ve o da çok mutlu olmuştu, sebebini bilmese de. Amcam ise kılıktan kılığa, havadan havaya girmeye devam ediyordu. En son mendili eline alıp tek başına deli gibi halay çektiğini söylemişlerdi. Hatta mutluluktan topukları kalçalarına dek yetişiyormuş. 

Neyse ki ağzından bir şey kaçırmamayı başarmıştı. İsmail ara sıra penceresinden kontrol etmiş, bu manyak herifin bir pot kırmasından endişelenmiş. Ama ikisi için de vakit geçmek bilmemiş. Geceyi bulana kadar ikisinin de canı çıkmış.

Nihayet gecenin yarısında ikisi de evlerinden sessizce çıktılar. Amcamın depo olarak kullandığı odadan gerekli teçhizatlarını alıp yola koyuldular. Yoldan değil de bahçelerden gitmeye dikkat ettiler ve hiç ışık açmadılar. Sürdükleri tarlaya yetisince rahat bir nefes alabildiler. Çünkü her şeyi bıraktıkları gibi buldular. Etraftaki ev ışıklarının kapalı olduğundan ve etrafta kimselerin olmadığından emin olunca gömdükleri yeri kazmaya başladılar, olabildiğince sessiz kalmaya çalışarak. 

— Güneş doğmadan çıkmamız ve kazdığımızı yeniden gömmemiz gerekiyor, dedi İsmail.

— Evet, evet. Şimdi saat on ikiyi az geçiyor. Birkaç saat içinde ne var ne yok iyice emin oluruz. 

Mezar kazmalardan edindikleri tecrübe ile kolayca tünele giriş yapabildiler. Tünelden iyice ilerleyene kadar ışıkları ancak açtılar. Bu sefer ellerinde güçlü fenerler vardı. 

İlk gece orada ne gördüklerini, ne bulduklarını bilmiyorum. Birçok dedikodu var. Ben söylentilere başvurmak istemiyorum fakat tünelin buraya sekiz, on kilometre uzaklıkta olan St. Pierre Kilisesi'ne kadar ulaştığını duydum. Şunu da biliyorum ki o gece derinlemesine incelediler orayı. Odalar, yerin daha da altına giden merdivenler, yer yer çökmüş toprağın altında kalan ve özel olduğu belli olan salonlar... Bunlar da söylenti, fakat doğru olduğuna ihtimal veriyorum ki tek başlarına yapamayacaklarını anlamış ve o gece bir ekip kurmaya karar vermişler. Tünelden biraz ilerleyince tam da tarla sahibinin evinin altında olduklarına göz kararıyla kanaat getirmişler. Ve dışardan kazmak ile bu işin devam etmeyeceğini de bilerek ev sahibi ile de anlaşmaya karar vermişler.

O gece ne yapılacağına kesin kararlar verilen gece oldu. Sabaha doğru kimse fark etmeden çıktılar ve giriş yolunu tekrar kapattılar. Eve döndüler ve ikisi de neredeyse akşama kadar uyudular. Bu kadar uyumalarına aile eşrafı şaşırdı elbette ama kimsenin de aklına bir yeraltı şehri gelmezdi.

Akşam üzeri İsmail kahvesini almış, sigara içiyordu. Beni görünce, ben eve geliyordum, neşelendiğini gördüm. Çok hoşuma gitti bu. İlk defa oluyordu. Ve konuşmaya da kendi başladı. Üstelik şiirsel bir üslup ile.

— Söylesene amcaoğlu. Nedir bu dünyanın amacı. Neden yaşıyoruz? Koskoca Tanrı bizi neden yaratma ihtiyacı duydu. Neden koskoca Tanrının bizden başka işi gücü yok? Ama ya Tanrı yoksa? Tanrı yoksa sence yaşamın bir anlamı kalır mı? Bir hayvan olsaydık evet . Ama bizim bilincimiz var. Bilinçli bir yaratığın anlam olmadan yaşaması mümkün değil. Ve ben Tanrıyı nerede bulacağımı bilmiyorum. Dahası bu bilinebilir mi bundan da şüpheliyim. Ve şüphemde haklıyım. Yıllardır bunu düşünür dururum. Ve bana göre, Tanrı yoksa anlam da yok. Tanrı yoksa hiçbir şeyin önemi yok. İyiliğin de kötülüğün de, ahlakın, erdemin, en korkunç acıların... Tanrı yoksa her şey anlamını yitirir. Tüm yaşanılanlardan, görülenlerden, düşünülenlerden, yapılanlardan, mutluluklardan ve acılardan sonra sonsuz bir uykuya dalacaksak bir anlam ve amaç bulabilir miyiz? Aslında sekülerleşme bunun çaresini bulmuş olabilir. İnsan tanrısız yaşıyor, inandıklarını söylüyorlar ama yaşamları tamamen tanrısız. Tüm yapılanlar bu dünyada mutluluk elde etmek için. Fakat ben buna ayak uyduramıyorum. Tanrısız yaşayamıyorum. Ama tanrının olup olmadığını da bilemiyorum. Ceza ya da ödül, umurumda değil. Sonsuz yaşama düşüncesi bile midemi bulandırıyor. Hayır, ben sonsuz uykuyu tercih ederim. Ama cevaplarımı aldıktan sonra. Her şey açıklanır, giz ortadan kalkar ve ben huzurlu bir uykuya dalarım. Bitmeyen uykuya. Anlamı istiyorum. Anlam olmadan korkunç bir üşengece dönüşüyorum. Canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Tanrı var midir amcaoğlu. Bir tanrının olmasını çok istiyorum. 

İsmail böylesine ilk defa açılıyordu. Son cümleyi inanılmaz bir hüzünle söylemiş gibi geldi bana. Ve bu o kadar zoruma gitti ki. Şimdi İsmail muamması bitmiş de tüm yaşamımdaki İsmail'i görebiliyordum. Tüm o sessizlikleri, tüm o dalgın halleri, konuşmaması, konuşmaya bile üşenmesi... Dışardan nefret edilesi görünen İsmail'in bu derdi... İsmail’i İsmail yapan şey bu dert miydi? Hiççiliği Tanrı'yı kaybettiğinde mi başlıyordu? Hepimizin yaşadığı şeyler var elbette. Her dert her acı kendi sahibine yüktür ve ağırdır. Şimdi yarıştırmak gibi olmasın ama İsmail'in karşımdaki bu duruşu ve İsmail'in hafızamdaki tüm o halleri bana o kadar acı verdi ki... Anlam arayan bir insandan daha acı verici bir görüntü ile karşılaştığımı hatırlamıyorum.