Son bir şarkı çalıyor. Sessiz. Duyanı hiç olmadı. Olmasını istemedi belki. Ben kıyafetimi giyip sokağa çıkıyorum. Kulağımda pamuk. Sesler cızırtı çıkarıyor; içeri giremiyorlar, kapıya dayanıyorlar, gözlerim yarı kapalı. Çirkin suratım da bulutlar örülü.

Ekmek alıyorum, ellerim titriyor. Adam yaşlı, tütün içmekten bıyıkları sararmış, bakışları sarı. Adam hepten sarı. Amca dendiğinde bile adama kafamda sarı beliriyor.

Ekmek kaç para bilmiyorum.

“Yeter mi,” diye utana sıkıla söylüyorum. Ellerim terliyor. Sarı adam aval aval bakıyor. Yaptığı en iyi şeymişçesine gururla bakıyor bana.

“Ne için?”

Bu soru beni daha da zora sokuyor. Kısa kelimeler. Ben onları severim. Sessizce baş sallamalar, el hareketleri, hafif tebessümler ve ayıp olmasın cümleleri. Ben bunlara sığınırım. Kelime doğuran kelimelerden nefret ederim.

Sarı adamdan nefret ediyorum.

“Ekmek için,” diyorum. Bir yandan iki kelime fazla ettiğimi hesaplıyorum. Eve gittiğimde tüm yaşananları, herkesin nasıl da bana aptal bir kız çocuğu gibi bakacağını hayal ederek geçireceğimi hayal ediyorum.

Sarı adamdan nefret ediyorum.

“Evet yeter,” diyor. Terli parayı alıp kasasına koyuyor.

Hızlıca oradan ayrılmak için dönerken arkamdan bağırıyor.

“Para üstünü unuttun!”

Dönüp bakıyorum Sarı adama. Yüzümün pancar gibi kızardığını biliyorum. Orada yok olmak tek dileğim. Özür dilerim deyip geri yürümek, mahcup bakışlar ve gülümsemelerle parayı alıp geri eve yollanmak. Ödümü patlatıyor bu.

Topuklarıma vura vura kaçıyorum bakkaldan.

Yolda yok olmak istiyorum. Her şeyin kırılgan dünyasında milyonlarca ayağı olan bir örümcek gibi hissediyorum kendimi; bacaklarını kullanmayı bilmiyor, hepsi birbirine dolanıp duruyor, göbeği yerde sürünüyor, dişleri çürük, saçları dökülmüş ve memeleri yeni çıkmasına rağmen utançla gizlenmeliymiş. Öyle hissediyorum. Anneme kızıyorum bakkala yolladığı için. Babama sövüyorum beni döllediği için. Tanrıyı boğazlamak istiyorum beni böyle hastalıklı yarattığı için.

Evin merdivenlerinde oturup ağlıyorum. Koşarken poşet delinmiş ve ekmek düşmüş. Gözlerim olağanca şişik. Sessizce ağlıyorum. Gören oynamaktan sıkılmış bir kız çocuğu görüyor. Bunu gösterebilmek için çabalıyorum gizlediğim sümüklü burnumla.

Neden? Güzel soru. Hep soru dolu etrafımda. Sanki sorulardan oluşmuş bir evden gibiyim. Etrafımda dönüyorlar, başı boş asteroitler çarpıyor, bir yerde güneşler patlıyor kafamda, dünyalar doğuyor, kuyruklu yıldızlar soru dolu dünyamı boyuyor.

Sorular. Cevap bekleyen kocaman soru evreniyim ben. Dizlerimi kendime daha çok yaklaştırıyorum. Annem beni böyle görse üzülür. Babam başımı okşar mı bilmem ama beni içeri alacağını biliyorum.

İnsanların için de ağlamak olmaz. Sana ağlaman için soğuk bir oda yaptık. İçinde oyuncakların var. Ellerini tutacağın bez bebeklerin, yatağın ve rutubet tutmuş duvarları var. En iyisi sen orada ağla.

Güneş tepemde ensemi yakmasına izin veriyorum. Ekmeksiz eve gitmek korkutuyor. Oysa sadece ekmek işte. Annem kızmaz, biliyorum. Elime bozuk para iliştirip tekrar yollar, korkuyorum.

Eve gitmek istemiyorum.

Bende ayağa kalkıyorum. Elimin tersiyle pis bir kız gibi burnumu siliyorum. Aldırmadan, umursamadan. Sümüğün yeşil kazağımda kaldığını bilmeme rağmen.

Ardından hemen yerdeki cimi koparım sümüğü kazağımdan alıp yola fırlatıyorum. Kazağım da sümük olmasına izin veremezdim. Bunu yapamam.

Yürüyorum. Yaz geliyor. Kuşlar ağaçlara tünemiş, yeşil yapraklarını açan ağaçlara, çocukların tişörtleri terli. Kovalıyorlar birbirini.

Çocuklar. Benle aynı boyda olan çocuklar. Sanki onlardan ayrı bir köşedeyim gibi uzaktan izliyorum. Eğlendiklerini görmek, bilmediğim bir üşüme tutuyor bedenimi. Kollarım göbeğimde birleşiyor. Kısa eteğimden uzanan bacaklarım titriyor.

Gözlerim neden doldu ki yine? Bilmiyorum.

Uzun bir yol sonra çocukların oynadığı parkın arkasında, tellerle gizlenmiş, sarmaşıkların ardında gizlenen ağacıma gidiyorum. Burayı benden başka kimse bilmiyor. Ağaç sanki görünmez; sarmaşık ve belediyenin telleriyle sarmalanmış. Ama sarmaşıkları aralayıp içine girildiğinde sanki kayıp bir orman gibi, kendi dünyasını yaratmış içinde.

Bir çınar ağacı. Görkemli kalın gövdesi ile güneşe yükseliyor. Yeşil yapraklarını gururla gösteriyor dünyaya. Benden başka gören yok. Kimse bilmiyor. Benim gibi yalnız o da.

Biraz uğraşla ağacın tepesine çıkıyorum. Alnımda terler birikiyor. Koltuk altım kokuyor ve bacağımda bir kaç sıyrık. Kan akıyor. Aldırmıyorum.

Orada öylece ağacın tepesinde dalında otururken kendimi tanrı gibi hissediyorum. Eve gitmek hiç ama hiç istemiyorum. Ailemin kocaman bir depremde yok olmasını, top oynayan çocukları canavarlar yesin istiyorum ve sarı adamı ise cehennem de hayal ediyorum. Hepsinden nefret ediyorum.

Burada huzurluyum. Benimle aynı yalnızlığı paylaşan ağacımla. Ona Ova ismini koydum. Bir nedeni olmadan öylesine.

Ağacın tepesinden çocukları görebiliyordum. Aptal Sarı adamı görebiliyordum. Evimi görebiliyordum. Yolda gecen arabaları; sekiz tane kırmızı araba, on iki tane beyaz, yirmi üç tane siyah ve beş tane yeşil... Her türden arabalar görebiliyordum. Hep bir yerlere gidiyordu. Evden uzağa ve eve gidiyorlardı.

Bir gün bende kendi evim olsun istiyorum ve kapısını çivilerle çakmak. Keserler her yerini, pencerelerini bile kapatmak istiyorum. İçerisini kitaplar, çiçekler ve bez bebeklerle doldurup yaşamak istiyorum. Evimin içinde sebze yetiştirip yiyerek yaşamak. Ben bunu istiyorum.

Gece kararıyor ve ben adımlarımı eve doğru atıyorum. Karnım açıktı. Gurulduyor ve susadım. Açlığın her şeyden üstünde gelmesinden nefret ediyorum. Bu kadar hastalıklı bir bedende olmaktan tiksiniyorum. Ama adımlarım kendi kendini taşıyor. Eve gitmek istiyor onlar. Engel olacak gücüm yok.

İki karartı görüyorum. Araba farlarının aydınlatıp karanlığa gömdüğü. Sesler yükseliyor karartılardan. Biri ağlıyor sanırım.

Anne! Sen misin?

Özür dilerim...