(Hayır bunlar yaşanmadı, bunlar kurmaca.)



Televizyonun başında oturuyorum. Ağzımı bir şeyler çiğnemeye, gözlerimi birtakım görüntülere bakmaya zorluyorum. İntihar edebilirim, diyorum. İntihar etmek fikrini üreten zihnim, karşı düşüncesini üretmeden yoksun. Kendimi öldürme fikri sıradan, mantıklı geliyor. İçimde karamsarlık yok; üzüntü, korku, kaygı yok. Belki de böyle olmalı diyorum. Bu, benim, gerçekten kendimi öldürmeye hazır olduğum anlamına gelir. Gerçek intihar duygusu, insanın hiçbir şey hissetmeği anda kendini sıradanlığı ile ele verir. İntihar fikrinin, aklıma nedenini bilmeden gelen ama geldiğinde de yapılabilir, makul görünen fikirlerden farkı yoktu. Kendimi öldürmek fikri basit geliyordu bana. İnsan kendisini öldürebilmek için de önce kendinden kurtulabilecek, sonra kurtulduğu kendine zarar verebilecek kadar kendisini basit görmeli. Değersiz, önemsiz, işe yaramaz, faydasız... Bu duyguyla kendinden yeni bir ben yaratıp kendini öldürebilmeli. İnsanın içinde iki farklı gerçeklik olmalı: gücü elinde tutan ve pasif olan. Güçlü olan, pasif olanı basit görmeli; görmeli ki ona zarar verebilsin.


Yemeğimi bitiriyorum. Televizyonu kapatıyorum. Ağzımın yağını ip gibi akan bir suyla temizliyorum. Bir çekmeceyi açıyorum. Orada yok... Başka birini açıyorum, uzun keskin bir bıçağı alıyorum. Banyoya doğru yöneliyorum. Üstümü çıkartmak aklıma gelmiyor.


Keskin çeliği damarıma değdiriyorum, biraz bekletiyorum, hemen kesmiyorum tenimi. Beni oraya sürekleyen umursamazlığımın neden beni hemen eyleme geçirmediğini anlamıyorum. Çeliğin keskin tarafı hâlâ damarıma dayalı. Kesmemesine, hiç kan akmamasına rağmen acı veriyor. Buna şaşıyorum. Bekliyorum... İçimde korku yok. Gözümü sulandıracak bir duygusal yoğunlukta hiç değilim. İnsanın kendi hayatını mahvederken duyduğu o kızgın, kibirli hissi duyumsamıyorum. Kararımdan vazgeçmiş de değilim. Nedenini bilmeden, aklımda hiçbir düşünce olmadan bir süre öyle duruyorum. Heyecanlanmasam da vücudum heyecanlamışım gibi tepkiler veriyor. Bu heyecanı fark ediyorum ama sanki ben bunu fark etmesine rağmen bundan etkilenmeyecek biriyim. Bir şeyler kaçışıyor içimde tıpkı beni küçük düşüren, konuşmamı engelleyen o anlarda olduğu gibi. Yalnız bu sefer etkilenmiyorum. Bunu normal karşılıyorum. Bu basitlikten yalnızca bu beklenir, elinde bıçağı tutan kişiyle bunları hisseden kişi farklı. Birazdan güçlü olanın öldüreceği bu beni ilk kez mi görüyorum? Başkalarının gördüğü ben de bu muydu? Şu an ise ben ondan daha yüceymişim gibi ona acımıyorum. Basitliğin doğasının bunu gerektirdiğini biliyor, normal karşılıyorum. Fakat hâlâ bekliyorum. Tenimin ardına şafağı getirecek olan o kesiği neden erteliyorum?.. O an umut ettiğimi fark ediyorum.


O ilk dokunuşla beraber aradığım ama bulamadığım, benden çalındığını düşündüğüm, benim olan ama artık duyumsamadığım, saklı kalmış hakikatle ilişkisini hislerle belli eden düşüncelere ulaşacağımı; böylece hem yaptığım eylemin doğruluğuna olan inancımı onaylayıp hem de öldüğünü düşündüğüm ruhumun akan sıcak kanımla canlacağına olan umudu taşıdığımı fark ediyorum. Ölüme o denli yakın olmak beni hakikate de yakınlaştırmalıydı. Hiçbir kitabın, insanın, deneyimin veremediğini bana vermeli; yaşarken ödediğim bedelin diyeti olarak ölümün bana içten bir hoş geldin demesini bekliyordum. Ama aklıma hiçbir şey gelmedi.


İlk acıyla beraber, gözümü bir süre bileğimde tutuyorum; yaptığıma inanamıyor, karar verirken duymadığım hüznü kısa bir süre duyumsuyorum. Gözümü bir süre akan kanıma dikip umut ettiğim şeyin şimdi gerçekleşmesini istiyorum. Verdiğim kararımın beni kurtarmasını istiyorum. Ölümün bu aştığım eşikte beni ardımda bulamadığım düşüncelerle, hislerle karşılamasını istiyorum. En azından kurtulmuşluk hissiyle, çektiğim acıların biteceği bilincinde huzura ulaşmak istiyorum. İstemekten ziyade doğal denecek kadar güçlü bir inançla bunu bekliyordum...


Başlarda aklıma hiçbir düşünce gelmiyor. Kafam önüne düşmüş, bir şey hissetmeden kendi ölümümü seyrediyorum. Her şey o denli sıradan ki beni intihara iten hayatımda bile bunu tatmamıştım. Kendi başarısızlığım, çektiğim acılar sıradan geldiği için verdiğim karar; beni tahmin bile edemeyeceğim bir sıradanlığın içine soktu. Üstelik buradan kaçış yok, anlık kurtuluş yok, kendi solan sıcaklığımın içinde batıyorum. Şaşırıyorum... Bir şeyler düşünmeye başlıyorum. Zihnime düşünceler gelmeye başlıyor. Fakat o kadar basit ve içinde bulunduğum duruma göre komik ki... Anlayamıyorum!


Kaçmak istediğim şeyin içine hapsolmuştum. Ben, bana bunun yapılmasından bıkmıştım: acımadan bana zarar verilip, bütün güzel düşüncelerden uzaklaştırılıp, sıradanlığın ve o sıradanlığın ürettiği söz öbeklerini tekrarlamaktan. Bana yapılanı, şimdi ben kendime yapıyordum. Ben güzellik istiyordum; yaşarken bulamadığım, göremediğim ya da görmek istemediğim o güzelliği. Şimdi onu ölümümle tehdit ediyordum. Sanıyordum ki ben, kendimden vazgeçersem; beni yaşama bağlayan sıcak kanımın yerini o hisler, düşünceler doldurur. O an birinin şakasına kahkaha atmak istiyorum; eğlendiğim, hırslandığım, kızdığım, zamanı unuttuğum, beni birilerine yakınlaştıracak bir oyun oynamak; bir kadının yumuşak, sıcak tenine dokunmak ve benim içimde yarattığı hoşluğu onun dudaklanına yansıtmak; aşık olmak; mutlu olmak; koşmak istiyorum, nefes nefese kalmak sonra kana kana su içmek; içimde ağırlaşıp bana ağırlık veren şeyleri ortadan kaldıran düşünceleri duymak; birine yardım etmek istiyorum; görmek istiyorum; duymak istiyorum; ağlamak istiyorum...


Yavaş yavaş akıp giderken senden yaşam, yanında güzellikleri de götürüyor. Güzel olan yaşamın kendi alanındaymış, yaşamla birlikte var oluyor, ona sarıldıkça kendini veriyormuş. Ben ise ölümün alanına kayıyorum. Kaçmak istediğim duyguların içine doğru gömülüyorum. Yaşam ve ölüm, ondan taraf olanların seni kendi alanına çekmeye çalıştığı bir halat gibiymiş.


Yutkunuyorum. Ağzım tükürük dolu. Bu süreçte yutkunmayı unutuyor insan. Kafası eğik, tükürükleri dişinden sızıp, alt dudağında birikiyor.


Kolum değil, damarlarım acıyor. Kesiğin olduğu yerde bir sızı duyuyorum, oradan damarlarıma yayılıyor bu sızı. Etim acımıyor. Uyuşukluk hissediyorum. Uyuşukluk hissi yayılıyor. Yorgun hissediyorum. Yanlış yapıp yapmadığımı düşünüyorum. Fakat bunu karışık cümlelerle değil, neredeyse hiçbir kelime kullanmadan mümkün olduğunca soyut bir şekilde...


Öldüğümü hissediyorum ama kendimi görebiliyorum. En son ne zaman gözümü kırptığımı hatırlamıyorum. Göz kapaklarım çeliği ilk hissettiği anda yapacağımı anlayıp dehşetle donmuş, o andan itibaren akan kanımla birlikte onu kapanmaya iten ağırlığa karşı koyuyor gibi. Kapanmak istemiyorlar; kapanırsa bir daha açılmayacakmış gibi oluşan ağırlığa direniyor, gözümün ışıkla temas etmesini istiyorlar. Ben onları kapalı tutmak için uğraşsam da onlar hep beni, görmeye itiyor. Sanırım bu hep böyleydi, uyumak dediğimiz şey de bundan ibaretti. Bir daha uyanacağımıza inanır, bir tehlikenin olmadığını kabul ederse kapanıp uyamamıza izin veriyorlarmış. Meğer göz kapaklarımız yaşam enerjimizin bir göstergesiymiş. Bu kez biliyor. Kapandığı anda bir daha açılmayacak. Direniyor... Direniyor... Işık kayboluyor, karanlık olmaya başlıyor. Şafak için açtığım kesik, gün batımını getiriyor. Göz kapaklarım mı dayanamadı, yoksa bilincimi mi kaybettim bilmiyorum. Ne kötü bir ölüm! Son hatırladığım, karanlıkla birlikte bu sözdü.



Ses ve acı duyumsuyorum. Hangisini önce duyumsadığımı hatırlamıyorum. Göz kapaklarım açılmak istiyor, ben ise açmak istemiyorum. Göz kapaklarım çırpınıp açılmak istedikçe ışık sızıyor gözüme. Zorlanarak açıyorum gözümü. Acıyan koluma bakıyorum, sargı içinde. Etrafımda kimse yok. Bir bağrışma sesi duyuyorum. Babamla, annemi seçiyorum belli belirsiz. Birileri bana doğru koşuyor. Saçımı okşuyorlar, bir gözyaşı geliyor tenime, biri elime dokunuyor; gülme sesleri, kızma sesleri duyuyorum; sıcaklık hissediyorum. Yaşıyorum... Kanım akarken gelmeyen düşünceler, bir anda hücum ediyor zihnime; ölümün vermediği o sıcak karşılamayı yaşam veriyor. Yaşıyorum, yaşadığımı bilerek!