Gözlerimi dar, ara sokakların kasvetine açmadan önce, her akşam paltomu mahallemin girişine asıyorum.

Merhaba Zeliş.

Bu mahallede, mevsim hangi renk olursa olsun gece çok geç çöküyor. Yerler hep ıslak, çiğli, yağmurlu, pul biberli, ezilmiş, buruk. Sırılsıklam bir paltonun içine saklıyorum zayıf, güçsüz kemiklerimi, sonra sırtımı binalara dayıyorum.

Günaydın Zeliş.

Hayır, binaların çoğu gri değil burada. Sanki tokat yemiş bir burundan bir hışım kan sıçramış duvarlara; sanki kuytuda kan kardeşlik yemini etmiş güneş gözleri avuçlarında esmer tüylü çocuklar, damarlarından karışmış duvarlara kırmızıları. Öylesine bir renk. Öylesine bir gümbürtü. İşte ben, sırtımı her adım başı bunlara dayıyorum Zeliş. Her seferinde yağmurlu paltom sırtımda kemiklerimi sayan bir çığ.

Mevsim ortabahar, biliyorsun, ortabahar.

Sırtımdaki çağ geceyle örseleniyor Zeliş. Biliyorsun ya, gece çok geç çöküyor Okmeydanı'na. Belki uğruna hiçbir şiir, hiçbir roman, hiçbir türkü yakılmadı; ama burada gölgesiz siluetler geceleri sokakları tek renge boyar, sen en iyi bunu biliyorsun.


Bazı geceler esrik gece kuşlarının adım seslerine benzer tıkırtılar işitiyorum; daracık sokaklardan geçmeye, bütün binaları içimin rengine boyamayı düşünüyorum, olmuyor. İzin vermiyorlar. Hiçbir şeye izin vermiyorlar. Çocuklar henüz olgunlaşmamış bal kabaklarından gemiler yapıyorlar hiç kurumayan su biriktinilerinde, söyledim ya, sular hiç kurumuyor. Binaların rengi vuruyor su birikintilerine; işte o vakit yer kızıl, gök kızıl. Her sabah aynı şafağı atıyor, aynı günortası, aynı gündökümü. Ya gök geceden önce kıpkızıl kesiyor, ya da tüyü bitmemiş esmer çocukların başları, kaşları, burunları, karınları.

  

Mevsim hep ortabahar Zeliş. Bu ne demek sen bilir misin? En iyi sen bilirsin. Ya güneş açıyor sıcak, doğurgan bir kadın gibi canlı, kız kardeşimiz gibi neşeli, sapsarı bir oğlan çocuğu; gülüşmeli. Yahut bir gelinlik giyiyor baştan aşağı; zift gibi bir gelinlik Zeliş, ölüm gibi, kömür gibi. Babalarımızın çalışmaktan kararmış elleri gibi. Pencerelerden güneş kaçıyor utana utana.

İşte ben böyle günlerde koşmayı denemiş idim bu sokaklarda. Geceleri mahalle anamın kucağı gibi sımsıcak bir ormana kesiveriyordu. Sanki çocukluğumu ta başından tanıyordum. Sanki anam, sanki babam, nenem, dostum, sevgilim, kardeşim, türkülerim. Çocukluğumu sarıvermiş ninnilerim. Yağmurlu, çığdan hallice, kemiklerimi ezen paltomu bile yeniden duyuyordum. Tutup müthiş çığlığıyla sarsılan şafağa tutuşturuyordum onu; ufalıyor, ufalıyor, ufalıyor, ufalıyordum. Gök üstüme sarılıyordu. İşte böyle günlerde anlamıştım gri paltom niye böylesine yağmurlu, böylesine çığ ve çamur, böyle ağır, ve sokaklar geceleri niçin anamın kucağına kesen bir orman...


Böyle gecelerde, bu mahallenin kaldırımları yanaklarıma pespembe iz yapardı Zeliş. Yanaklarımızın izini sürerdik o Galata'yı seyreden cadde başına kadar. Anadolu birahanesinden çıkar izlerini izlerimize karıştırırdı sarhoşlar. Yırtılmış sonbahar yaprakları gibi çorbaları ile devinirdi lokantada gece vardiyasından çıkmış işçiler. Bu mahalle en çok geceleri işçi soluğu kokardı. Soğuk kokardı. Sen, ben, bir de güneş gözleri avucunda o kara çocuk sokulurduk bu mahallenin soğuk soluğuna. Sonra hepimiz güneş gözlerimizi avucumuza alırdık, gözlerimiz paltoyu astığımız şafakta.

Hoşça kal Zeliş, güle güle.


Bu gün o yıkık dökük taştan binalara astım senin paltonu Zeliş. Yağmurluydu, soğuktu, çığ düşmüştü üstüne ta memleketinden, ağırdı, ellerimi eziyordu. En iyi sen biliyordun Zeliş, en iyi seni biliyordu bu palto. Ben ve güneş gözleri avuçlarında o kara çocuk senin paltonu giyiniyoruz artık kemiklerimize. Seni kuşanıyoruz, usumuzu seninle dolduruyoruz, sokakları; işçi soluğu, bir de polis barutu kokan cadde başını, utangaç apartman kapılarını. Senin paltonu asıyoruz her doğmamış akşam şafağına. Avuçlarımızda güneş gözlerimiz, sırtımızda senden bir palto; şafağa asılı yırtık, kızıla kar grisi palton.

 

Hoşça kal Zeliş.