Dün başka bir şehrin sokaklarındaydım. İlk defa gittiğim, kimsenin beni tanımadığı bir şehrin sokaklarında... Biraz unutmak için bütün hava şartları müsaitti. Çok sık susadım fakat hiç yorulmadım. Kimsenin beni tanımamasının verdiği mutlulukla yürüdüm. Caddelerden yansıyan tarihi silüetleri gördüm ve kendi kendime fısıldadım, onların kim olduğunu... Belki başkaları için sıkıcıydı ama ben seviyordum.

Herkesin kendi telaşında olduğunu gördüm. Yeniden... Onlar bitip tükenmek bilmeyen bir kargaşanın bazen yerli, bazen de turist oyuncularıydı. Fotoğraf çekiyorlardı, anıları vardı. İnsan neden anıları olsun isterdi? Neden kıçı kırık bir iki boyutlu dikdörtgene kendini hapsetmek isterdi? Hiçbir zaman anlam veremedim, sanırım hiçbir zaman da veremeyeceğim. Belki de bir şeyler biriksin isterdi. Evet biz insanoğlu avcı toplayıcılık zamanlarımızdan beri biriktirmeyi severdik. Bu durum sahip olduklarımızın daha fazlasına sahip olmak istemenin getirisi olan bir arzuydu. Belki de bu arzular olmasaydı ilk savaşlar bile çıkmazdı. Birileri daha fazla buğday depolamasaydı ve başka birileri o buğdayı elde etmek istemeseydi sorun olmazdı. Aynı şekilde birileri çok mutlu olmasaydı, mutsuzlar da onları kıskanmasaydı belki de nazar bile olmazdı. Ama insanlar o zaman hangi batıl inançlarının arkasına saklanırdı? Hangi inanmak istediğine nasıl inanırdı?

Belki de boşlukta kalırdı sonra kendini başka bir şehrin sokaklarında bulurdu. Kaybolmak isterdi... Ama geçtiği yerlere ekmek kırıntısı bıraktığı için ruhu kaybolmazdı. Kırıntıları kuşlar yesin diye beklerdi. Onlar da bugünlerde hiç laftan anlamazdı.

Sonra kızardı ruhuna:

-Ekmekleri ziyan etme, derdi.

O da laftan anlamazdı. Düşünmeye başlardı sonra acaba ikisi de laftan anlamazsa yoksa ikisi aynı mıydı? Şehrin en eski camisinin yakınında oturup biraz ciğer yiyebilirdi. İhtiyacı olan tek şey ciğere dökeceği biraz tuz ve biraz huzurdu. Bir de soğan önemli tabii.... Sonra yeniden kaybolurdu, gözüne bir tepe görünürdü. Çıkmaya başlardı. Sonunda bir mutluluğun onu beklediğine olan inancıyla tepeyi çıkardı. Tepenin sonunda eski bir mezarlık bulurdu ve mezarlıkta iki at, biri beyaz biri kahverengi. Beyaz olana yaklaşırdı. Çok yaklaşırdı. Ama bir atı kendine nasıl çağıracağını bilmezdi. Bazı sesler çıkardı, at gelsin diye bazı sesler çıkardı. Ama at tabii ki arkasını dönüp gitti. Gelseydi ilk defa bir at sevecekti ruhu...

Ama neyse bir günlük bile olsa bilmediğin bir şehirde kaybolmak güzeldi.