Kum, odun kömürü, barut. Bilincinin ayıklayabildiği bilgi parçaları bunlardı, bacağından beline doğru sinsice yaklaşan sancı sonradan geldi. En sonunda da gözlerini açabildi. Önceki gün yattığı yataktan kıpırdamamıştı. Gözleriyle çevreyi taradı, karakol yatakhanesi harap olmuş, duvarlardan biri tamamen çökmüştü. Elleriyle döşekten destek alıp doğrulmaya çalıştı, bacağına saplanan sancı yüzünden bağırmak istedi ama dudağını ısırmakla yetindi. Kırılan kirişin büyücek bir parçası bacağını ve onu hapsetmişti, inadından vazgeçip kendini tekrar döşeğe bıraktı. 


Olanlar hakkında teori üretmeye başladı. Yapabileceği tek şey, belki de son şey buydu. Olan bitenin tahlilini yapmadan, etrafta kimin ya da neyin olduğunu bilmeden feryat etmesi göz göre göre canını tehlikeye atmak olurdu. Aklından geçen ilk ihtimal cephaneliğin infilak ettiğiydi, fakat bu denli bir yıkıma sebep olabilecek mühimmat cephanelikte değil, Ahras Teşkilatı’nın gömülü “mühimmathanelerinde” saklanıyordu ve yakınlarda bildiği kadarıyla bir mühimmathane yoktu. İkinci ihtimal ise nedenlerini, nasıllarını bilmediği bir taarruzdu. 


Zihni taarruzun nasıl gerçekleşmiş olabileceğinin detayına giremeden dışarıdan bir yardım çığlığı yükseldi.


“İmdat, Allah aşkına yardım edin! Kan kaybediyorum!”


Feryadın sahibi Humbaracı Çopur Behlül idi. Müfrezenin tamamen tarumar edilmediği belliydi. Feryadın devamı kısa bir süre sonra ilkini takip etti. 


“Yusuf Komutanım!” diye bağırdı Çopur Behlül. “Komutanım, namussuz dolap beni kıstırdı, bir el verin gözün…”


Cümleyi tamamlayamadan sözü yarıda kesilmiş gibi sustu Behlül. 


Behlül’e yardım etmek için bacağını kurtarma fikri geldi aklına, pusat kemerine ulaşmaya çalıştı ama bacağındaki sancı harlı alev gibi bütün bedenini sardı, çığlık atmamak için tekrar dudaklarını ısırınca patlayan dudaktan akan kanı tattı. Gücünü son bir kez daha toparlayıp pusat kemerine tekrar hamle yaptı, bu sefer kurmalısının kemerini yakaladı ve kendine çekti. Kurmalının namlusunu tahta kiriş ve yatağın arasına soktu ve tüfeği bir kaldıraç gibi kullanarak bacağını kurtardı. Kaval kemiği sağlamdı fakat kas kütlesi feci biçimde ezilmişti. Yatakta doğrulup bacağına yastığın kılıfını sardı. 


Bacağını kurtarma uğraşında fark etmediği demir gıcırtısı, kurmalı saat tıkırtısı ve ince bir ıslık sesinden oluşan kakafoni daha da belirgin oldu. Bu kakafoniye daha sonradan aritmik ve ağır ayak sesleri katıldı. Yaralı bacağını tutarak yarısı çökmüş pencerenin yanına geldi, bacağındaki hasarın hareketlerini engellemediğini fark edince rahatladı. 


Humbaracı Behlül, kafasını ve bir kolunu müştemilatın pencerelerinin birinden çıkarmıştı, gündüz güneşi elindeki kandan sektikçe kana bulanmış elleri tombul birer zümrüt gibi parlıyordu. Tombul zümrütler el hareketleriyle binanın başka bir tarafındaki birinden gelmesini istiyordu. El bir anlığına pencereden içeri girdi, çok geçmeden avucuna doldurduğu kanla tekrar çıktı, öfkeli bir şekilde bir avuç kanı yere savurup eliyle kanı işaret etti. 

Humbaracıya yardım etmek için camdan atladı, humbaracının ses çıkarmamasının bir sebebi olduğunu düşündü ve çok sessiz bir şekilde müştemilata yaklaşmaya başladı. Bu sırada kakafoni de gittikçe yaklaşıyor, içinden başka sesler seçilmeye başlıyordu. 


Humbaracı, yaklaşan yaralı adamı fark etmişti. Kanlı elini dudaklarına götürüp sessiz olmasını tembihledi. Ayak sesleri de taş atma mesafesini geçmişti ve beceriksizce yaklaşıyordu. Humbaracı gözlerini kana bulayarak ovuşturdu. Bu haliyle grotesk bir maska benzemişti iri yapılı surat. Külliyenin duvarlarından birini işaret etti. 


İşaret ettiği yerde beş adet dürbünlü kurmalıyla konuçlanmış, yüzleri toprağa ve boyaya bulanmış tanınmaz halde insan vardı. İçlerinden Çorbacı Yusuf olduğunu tahmin ettiği kişi kurmalısını indirip humbaracının yaptığı gibi sessiz olması gerektiğinin sağlamasını yaptı. Adım sesleri binanın diğer cephesine kadar yaklaşmıştı artık.


Gelen kişinin kim ya da ne olduğunu bilmiyordu, Moloz yığınlarından birinin arkasına geçip karabinasıyla nişan alarak pusuya yattı. Kamasını da sol eline aldı ve adımların sahibinin köşeyi dönmesini bekledi. 


Nişan aldığı kafa hizasında bir omuz belirdi Uzunca biriydi herhalde bu ıslığın, demir sesinin kaynağı. Ateş etmeden nişanını yukarı kaldırdı. Nişangahtan bakarken seçebildiği kadarıyla kulağı ve burnu noksan bir insandı. Molozdan ve harabeden bu adamın omzundan altını görmek mümkün değildi. Yerini belli etmemek için tetiği çekmemeye karar verdi, zira bu acayip adam henüz görmemişti onu.


Bu karar mahlukat kafasını çevirip etrafa bakınmaya başlayınca feshedildi. Mahluk ondan tarafa baktığı anda ensesindeki tüyler diken diken oldu. Gördüğü şeyin bir hülya olmadığından emin olmak için gözlerini ovuşturdu. Mahlukun suratının olması gereken yerde kocaman bir göçük vardı. Göçüğün dibinde ise madenden bir plaka iliştirilmişti. Doğallıktan uzak bu görüntü karşısında damarlarındaki kan fokurdamaya başladı. Tetiği korkudan ziyade iğrenme duygusuyla, düşünmeden çekti.


Çıt!


Tüfeğin mühimmatını kontrol etmemişti, hazne bomboştu, üstelik mahlukat sesi duymuş, iğrenç sıfatıyla bakma eyleminin en asgarisini icra ediyordu zira bakabileceği bir çift gözü yoktu. 


Adrenalin gözlerini karartmış, mahlukatın kendisini değil humbaracıyı fark ettiğini anlamamıştı, molozların arasından nara atarak kamasıyla fırladı. Molozların üzerinden sağlam olan bacağıyla yaratığın üzerine doğru sıçrayıp omzuna tutundu. Kamayı mahlukun kursağına doğru birkaç defa hışımla savurdu. Denk getirdiği bir seferinde kama gıcırdayarak kesilen malzemenin arasına sıkıştı. Kesikten ne olduğu pek anlaşılmayan mavi bir sıvı aktı. Çürük yumurta kokusundan bir an öğürdü ve midesi kasıldı, fakat adrenalin artık pompalanıyordu bir kere. Kamasına asılarak yaratığın kursağından silahını kurtardı. 


Yaratık, boğazındaki yaraya rağmen hala direniyordu. Yorgun adam, Çorbacı Yusuf’u görebilmek için etrafına bakındı, neden hala ateş etmiyorlardı, ölmesini mi bekliyorlardı? Daha sonra mahlukatın görüş alanlarında olmadığını, aralarında büyücek bir harabe olduğunu fark etti. Bir şekilde tüfeklerin görüş açısına sokmalıydı mahlukatı, bu da canavarı,

arkasındaki açık araziye çekmek demek oluyordu. Şu anda köşeye sıkışmış, gidecek yeri yoktu. Mahlukata doğru koşmaya başladı. Mahlukat da afallayıp geriye doğru bir adım attı, yaralı adam kudreti yettiği kadar süratli koşarken birden bire kendini yere bırakıp mahlukatın bacaklarının arasından berbat mavi sıvıya bulanarak geçti. Mahlukat son anda arkasına dönüp hamle yapsa dahi adama isabet ettirmekte başarılı olamadı. 


Karavana salladığını fark eden mahlukat tekrar dikkatini toplayınca son eforunu kaçmak için kullanan adamın peşine düştü. Mahluk attığı her muazzam adımda hızlanıyor, hızlandıkça dengesini daha iyi sağlamaya başlıyordu. Adamın bir tümsek üzerinde tökezleyip düştüğünü görünce şekilsiz ve devasa kollarını kaldırdı, kalkan kolların akabinde yüce beden de kollarla beraber yukarı sıçradı.


Yerdeki adam, annelerin çocuklarını korkutmak için anlattığı masallardan fırlamış mahlukatın silüetini izliyordu. Beyninin acil durum eğitimi, askerî tatbikatlar ve yakın dövüş eğitimlerini depolayan kısmı susmuştu. Gözleri yalnızca mahlukatı görüyor, kulakları yalnızca mahlukattan gelen kulak tırmalayan ıslık sesini, diş kamaştıran demirin demire sürtme sesini işitiyordu. Hareket etmek için hiçbir sebebi yoktu. Hareket etmek istemiyordu bile, şu anda, burada pes etmenin en makul seçeneği olduğunu düşünüyordu. Meçhulden gelen düşünceler zihninin her köşesini işgâl etmişti.


Havadaki mahlukat birden bire kıvılcımlar ve ışıktan oluşan bir pelerinle kaplandı. Ölümü henüz kabul etmiş adam bir kabustan uyanırcasına sıçrayarak birkaç defa sola doğru yuvarlandı. Havadaki -artık- cansız kütle adamın birkaç saniye önce yattığı toprağın üstüne muazzam bir gürültüyle düştü. Islık sesi gittikçe yavaşladı, onu vuranlar ve kurbanı ne olduğunu anlamadan Islık sesinin sahibi; sessiz, şekilsiz ve korkunç bir hurda yığınına dönüştü. 


Ölümün kuyusundan çıkarılan adam ayağa kalktı ve topallayarak Çorbacı’nın mevzisine ilerlemeye başladı. Çorbacı’nın yanındaki iki silahşör namlularını kendilerine doğru gelen tahrip olmuş ve pis kokulu adama çevirdiler. Adam bu beklemediği hareket karşısında irkilip ellerini havaya kaldırdı. Soluğuna yetişmek ve yutkunmak arasında sıkıştığı için sözlü bir muhalefette bulunamadı. İçinde bulunduğu çıkmazın cevabını kendisine bakan taş gibi yüzlerde aradı. 


Aradığı cevabı yüzlerden almayı başaramasa da Çorbacı konuşmaya başladı:


“Korkma oğlum, yaman cengavermişsin. Adın ne?”


Solumaların ve yutkunmaların arasından “Sıhhiyeci Konur, komutanım.” diyebildi. 


Çorbacı bu sefer emrederek “Sağ elinle kendi enseni tut.” dedi.


Konur’un suratına birkaç dakika önceki sorgulayan ifade tekrar çöktü ama az önce çarpıştığı dev kütleyi iki vuruşta indiren namluların üzerine doğrultulduğunu hatırlayınca denileni yaptı. Ensesini kavramak için uzandı, bedenini terk eden adrenalin yerini titremeye ve hamlığa bırakmıştı, yüzünü hoşnutsuzlukla buruşturunca silahların kurulduğunu duydu. Fazla tereddüt etmeden ensesini kavradığı anda silahların yerini yardım etmek isteyen eller aldı. Çorbacı, stresten ve yorgunluktan güçlükle yürüyen Konur’un koluna girdi.  


“Buradan çıkarabileceğimiz son kişi sensin. Şimdi kampa geri dönmemiz gerekiyor. O şeytanlar tek gezmez.” 


Konur, Çorbacı ve silahlı muhafızlar her çıkan çıtırtıya kulak kabartarak, her uçuşan yaprağa dikkat kesilerek yürüdüler, yürüdüler. Konur, günlük talimde yürüdükleri mesafenin iki katını yürüdüklerini tahmin etti. Belki biraz daha fazla. Çelik gibi sessiz ve soğuk muhafızlar bile yorgunluk belirtileri göstermeye başlamışlardı. Yorgunluğu ve sessizliği dağıtmak için Konur kafasını kurcalayan soruları Çorbacı’ya soruyordu. 


“Bu mahluklar neyin nesidir komutanım?” 


“Suni ademdir bunlar, İnsan imali insan sözün kısası. Faltabak madenlerinden iki hafta evvel çıktı namussuzlar. İki haftadır karakollara, köylere, kasabalara karşılarına ne çıkarsa saldırıyorlar. Böyle bir şeyi kim yapar, nasıl yapar aklım almıyor.”


“Bizim karakolu da bunlar bastı galiba. Vay şerefsizler!”


“İşin aslı kim bastı, ne oldu, bilmiyoruz. Kimse bilmiyor. Dün gece ben karakol nöbetindeydim.” Bir tütün sigarası Çorbacı konuşurken dudaklarının arasında tütmeye başlamıştı. Sigaradan derince bir duman çekip devam etti. 


“Yeni gelen emirler nöbetteki askerleri ikiye katlamanın elzem olduğundan bahsediyor. Sen de biliyorsun zaten. Neyse, karakolun güneyindeki tepecikten şiddetli bir feryat duydum. Aha bu ikisiyle...” Bir saat önce dimdik duran, şimdi ise omuzları hafif çökmüş neferlere işaret etti.


“Neymiş ne değilmiş diye bakmaya gittik. Yarı yolda müthiş bir infilak sesi duyduk. Apar topar döndüğümüzde karakol bu haldeydi.” Ağzında erkenden sönen sigarayı sessizce bir küfür sallayarak yere attı. 


Çorbacı’nın anlattıkları cevaptan çok birçok soruya tohum olmuştu; mahluklar ne zaman geldi? Bu kamp nasıl, ne zaman kuruldu? Neden ensesini tutmasını istemişti? Çorbacı neden kaçıp kendini kurtarmadı? Konur bu soruların da cevabının kriptik, üstü kapalı olacağını anlamıştı, sormaktan kaçındı. Kokusu nasıl olsa çıkacaktı. 


Konur’un soracak sorusu, Çorbacı’nın verecek cevabı kalmadığı zaman yürünen yol nihayet bitmişti. 


Kamp çayır ve ormanın bitiştiği yerde kurulmuştu. Albenisi olmayan kampı kurmak için çürük tahta ve demir tabakalardan yapılmış bir at arabasını park etmişler ve ateş için zemini ottan ve yapraktan temizlemişlerdi. Ateşin etrafında kışla üniformalarını giyen askerler vardı, bazısı ağlıyor, bazısı da bir şeyler mırıldanıp ileri geri sallanıyordu. 


“Bu garibanların çoğu Lastabya’dan üç dört hafta önce geldiler, hayatlarında Çolak bile kovalamamışlar.” 




Çorbacının Çolak dediği kimseler Ahras Teşkilatı’nın bağlı olduğu Cemiyet-i Mülzime’den atılan asilerdi. Sabotaj, sivil kaçırma, bir iki zayiatsız bombalı eylem dışında nispeten zararsız bir topluluktu. Konur bu cehennemin dibine yollanmadan önce Çolaklarla münasebetleri olmuştu. Karşı karşıya oldukları şey baldırıçıplak adi suçlulardan daha öte bir şeydi. Bilinmez, havsalayla oynayan, insanlara ölümü hoş gösteren yaratıklardı. 


Çorbacı bunu söyledikten sonra ateşin başında oturan askerlerden birini dirseğiyle dürterek kalkmasını işaret etti. Askerlerin lisan-ı halleri yaşadıkları dehşete ayna tutuyordu. Gözleri ıslak asker ayağa kalktı, Çorbacı yerine otururken o da bir ağacın dibinde çömelip ağlamasına kaldığı yerden devam etti. 


"Bu kardeşleri dün çıkarttık garnizondan. Biri lal kalmış. Diğerinin anlattığına göre o gördüğün yaratıklardan üçü arkadaşlarını öldürmüş, Allah bilir nasıl öldürdüler." diye açıkladı Çorbacı'nın yanındaki demirden muhafızlardan biri. 


Çorbacı botlarını çıkartıp içini boşaltmak istercesine silkip tekrar giydi. Ellerini dizlerine vurup ayağa kalktı;


"Evet beyler bir işimiz vardı. Bu münkirlerin nereden geldiğini bulmamız gerekiyor ki durduralım. Ateşi söndürün." 


Bu sözlerden sonra muhafızlardan biri ateşin üzerine ayağıyla kum sererek ateşi söndürdü. Konur harekete geçeceklerini düşünüp toparlanmaya yardım etmek istedi. 


"Bir yere gitmiyoruz oğlum." Elindeki dürbünü gösterdi. Silahhane mallarından biriydi. Sıcaklığı görebilen özel lenslerle üretilmişti. Büyük ihtimalle böyle bir cihazın varlığını bilen bir düzine insandan biriydi Konur.


"Bununla karakolu izleyeceğiz. Şu karşıdaki küçücük binalar geldiğimiz yer, o yaratıklardan en az bir tanesi daha o binanın çevresinde." 


Konur dürbünden baktığı zaman uzaklarda parlak yeşil iki nokta gördü. 


"İşleri bittiği zaman geri dönecekler. Biz de onları izleyeceğiz. İkinci birlikler bunların kullandığı yolu kullanacak. Pusuyu da o yola kuracağız."


Çorbacının istediği şey ikinci birlikleri takip edip merkezlerinin yerini tayin etmekti. Ses çıkartmamaları gerekiyordu. Konur bu planın nasıl işleyeceğini anlamamıştı. Küçük bir hatada hepsi ölecekti. Sorgulamak istese de Çorbacı onu hep susturdu. 


Nöbetler halinde iki gün boyunca karakol dürbünle izlendi. Karakoldaki yaratıklar karakol boyunca bir oraya bir buraya koşturuyorlardı. İkinci günün akşamüstü yeşil lekeler yan yana gelip karakoldan çıktılar. Güneye, kampın soluna doğru hızlanarak devam ettiler. 




Noktaların hareketlendiğini gören kamp sakinleri ivedilikle malzemeleri toplamaya başladılar. 


Toparlandıktan sonra Çorbacı; “Güneye ilerliyorlar, biz de onları yavaşça takip edeceğiz. Konur, dürbünü sen al. Kaybetmeyelim onları.” dedi.


Konur dürbünü boynuna asıp kanvas askılarını boyuna göre ayarladı.


Çorbacı ve Konur diğer iki erle beraber at arabasına binmişti. Çorbacının muhafızları ise arabanın yanında yürüyorlardı. Araba çok süratli gitmiyordu. Dürbün sayesinde pek de hızlı gitmelerine gerek yoktu. Fersahlar ötesinden iki yeşil nokta seçilebiliyordu. Yeşil noktalar bazen birbirinden ayrılıyor, daha sonra biri diğerine tekrar katılıyordu. 


Gittikleri yol üzerinde toprağa çizilmiş semboller görülüyordu. Bu semboller çizgi ve noktalardan oluşuyordu ve bilgi içerdikleri belliydi. Çorbacı, sembolleri bozmak için uzun zikzaklar çiziyordu ve toprağı dağıtıyordu. 


Yolculuk birkaç saattir devam ediyordu. Çelikten adamların yorulduğuna dair emareler daha da belirginleşiyordu. Kim bilir kaç saattir uykusuz vaziyette Çorbacı’yla seyahat ediyorlardı. O da bunu fark etmiş olacak ki.


“Beyler, arabada uyuyabilirsiniz. Buralar güvenli.”


Muhafızlar arabaya tırmandılar, üzerlerine kötü durumdaki kumaşları çektiler ve uyumaya başladılar, Konur’u uyku tutmuyordu, Yaratık ona ölümün güzelliğini göstermişti. Düşüncenin korkunçluğu ve bu canavarların insan beyniyle oyunlar oynaması canını sıkıyordu. Uyuyan muhafızların üzerine basmamaya dikkat ederek arabanın önüne doğru hareket etti. Arabanın ön kısmındaki tahtaya, Çorbacı’nın yanına oturdu. 


“Komutanım, ne yapacağız?”


“Şimdilik peşlerindeyiz, stratejik olarak sağlam bir yer bulunca pusuya yatacağız. Koşucular, toplayıcı denen yüksek tahkimli, kalabalık birliklere haber verecek. Bu toplayıcılar koşucuların yolunun üzerinden gelip, saldırılan yerdeki insanları ve kullanılabilir malzemeleri toplarlar. Leşçiler, yağmacılar gibi yani. Geldikleri zaman bütün hiddetimizle vuracağız kahpeleri. İçlerini açıp bakacağız ne var ne yok. Artık durum isyan bastırmaktan çıktı oğlum, artık direniş biziz.”


Çorbacı bütün bunları anlatırken uzaklara bakıyordu. Bu adam savaşılan mahluklar hakkında söylediklerinden daha çok şey biliyordu, doğal olarak. Kendisi, gizli tutulan Lazar Harekatı'nı yöneten kumandanlardan biriydi. Yirmi sene boyunca, hareketlenen ölüler ve yarı mekanik adamlara karşı karanlık ve bilinmeyen gayrı-nizami savaşı sürdürüyordu. İşin büyüyeceğini öngörebilen birkaç kişiden biriydi. İşler hesap edilen gibi büyümemiş, Leşçi birlikleri köylere saldırıp halkı mekanik ucubelere çevirmişti. Lazar Harekatı'nın çapı adam kaçırma ve köylerden kaybolan insanların takibi ve kurtarılmasıydı. Leşçilerin bu hareketi ise beklenmedik bir gelişmeydi, karşı koymak için bir fırsat yoktu.


 

Altı saatin sonunda hala yoldaydılar. Uyuyan muhafızlar dört beş saat önce uyanmışlar, at arabasının yanında yürümeye koyulmuşlardı. Karşıdan da koşucuların içinden geçtiği belli olan, yüksek binalalı bir kasaba gittikçe yaklaşıyordu. Konur yolculuk boyunca uyumamış, dürbünle yeşil noktaları takip etmişti. 


Kasabaya yaklaştıklarında Çorbacı Yusuf tek elini kaldırıp muhafızlara durmaları için emir verdi. Muhafızlar at arabasının homurtuları ve kişnemelerinin arasında durdular. 


"Beyler, bu binaların arasından geçmiş deyyuslar. Burada pusu kuracağız."


At arabası ana yola bakan binaların birinin arkasına doğru sürüldü. 


Bina eski ama sağlamdı. Kırmızı cephe boyasının ardından yekpare kiremitler görülüyordu. Camlarındaki tahta panjurların birkaçı kırılmış, tek bir menteşe sayesinde yere düşmekten şimdilik kurtulmuşlardı. Binanın arka kapısını zorladıklarında çürümüş tahta güçlük çıkartmadan pes edip kapıyı çerçeveden kurtardı. İçerisi kırılan kapıdan kurtulan tozla doldu. 


Tozdan seçebildikleri kadarıyla bütün eşyalar ince bir toz ve talaş karışımıyla kaplıydı. Kaplanacak pek de eşya bulunmuyordu içeride. Eski bir vitrin, birkaç koltuk ve çelik bir kömür kuzinesi vardı. 


Muhafızlar uzun namlulu tüfeklerini duvara yaslayıp bellerindeki lüververlerini çıkarttı. Çorbacı da redingotunun arkasında gizlenmiş, Konur'un daha önce hiç fark etmediği yatağanını olabildiğince sessiz bir şekilde çekti. 


Yatağan daha önce görmediği bir biçimdeydi. Eskinin Frenk kılıçları gibi geniş siperli bir balçağı vardı. Kılıcın yüzünde ne mânâya geldiği belli olmayan altından işlemeler vardı. İşlemelerden çıkartabildiği tek kısım kabzaya yakın işlenmiş yedi rakamıydı. 


Çorbacı iki muhafızını işaret edip tavanı gösterdi. Konur ve diğer iki muhafıza da elini havada döndürerek binayı aramalarını emretti. Konur'un ait olduğu ekip tuvaletlere ve evin diğer bölümlerine girerken diğer ikili ise tüfekleri alıp binanın en üst katından çevreyi gözetlemeye başladılar. 


Bir bir açılan kapıların ardından ceset, dışkı ve küf kokusuyla beraber kullanılmış Sıhhat marka şırıngalar, yemek artıkları ve insan dışkısı dolu kovalar çıkıyordu. İkinci katta girdikleri bir tuvalette ölü bir kadının yarı parçalanmış cesedi kurumuş kandan siyah-bordo renge bürünmüş bir küvetin içinde duruyordu. Kadının yüzü tanınmayacak hale gelmişti. Konur burnuna çarpan ceset kokusunun da etkisiyle şiddetli bir şekilde öğürerek odadan çıktı. 


Konur arka kapıdan çıkmak için aşağı kata indi ve çorbacıyı kapıda beklerken gördü. Çorbacı kapıyı işaret ederek;


“Gel bir hava alalım oğlum.” dedi.


Dışarı çıktıklarında kampta ağlayan ve krize giren iki er ellerinde karabinalarıyla at arabasını koruyordu, Çorbacı çıktıktan sonra arkasından kapıyı kapattı ve Konur’un omzuna elini koyup;


“Ne gördün bilmiyorum Konur, ama artık dünya bundan ibaret. Yapmamız gereken bir iş var, kendini toparla.” dedi. 


Konur çalılıkların arasına boş midesini daha da boşaltarak mendiliyle ağzını temizledi. Kokuya dayanamıyordu. Ceset görmek onu bu kadar etkilemiyordu ama koku, kokuya sözü geçmiyordu işte.


Konur omuzlarını dikeltip Çorbacı Yusuf ile binaya tekrar girdi. Belindeki kamayı tekrar çekip evi arayan ikiliye katıldı. Uzun boylu olan muhafız:


“Dışarı çıkarsan kokuya alışamazsın doktor.” diye onu uyardı. 


Salonlar, tuvaletler, odalar. Ardı arkası kesilmez, insan pisliğiyle yoğrulmuş bir yıkıntı ve viran yığınıydı bu bina. Üçüncü kata geldiklerinde dairelerden birinden cılız bir erkek sesi yükseliyordu. 


“...Yuvarlandı düştü damdan

Bey babası gelir Şam’dan

Bebeğimin beşiği bakır

Ben sallarım takır takır…” 


Tıbbiyeli Konur eliyle muhafızlara sessiz olmalarını işaret etti. Dairenin kapısını küçük bir gıcırtı eşliğinde açarak büyücek bir salona girdiler. Salon görece temizdi, kurumaları için asılmış çamaşırlar ağırlıkla çocuk kıyafetleriydi. Odanın diğer tarafında temiz su şişeleri, kuru yakacak depolanmış plastik leğenler vardı. 


Konur parmağıyla yanındaki adamlara tuvaleti işaret etti. Kendisi de odaları taramaya başladı. Bu daire binadaki diğer dairelerin çoğunluğundan daha temizdi. İnce toz tabakası burada yoktu, her gün eşyaların tozunun alındığı ya da kullanıldığı belliydi. 


Odalardan birine girdiği zaman ensesindeki tüyler diken diken oldu. Uzaktan görebildiği kadarıyla ağzı iyileşen bir yara misali kapanmış, dudakları kangren bir organ gibi ağzının olması gereken yerde sarkan bir adam yere çömelmiş uyuyordu. Kamasını tekrar kılıfına sokmak istedi ama bu kişinin ne olduğundan emin olamamıştı. Birkaç adım atarak adama yaklaştı. Parke zemin büyük bir çatırtıyla sessizliği bir bıçak gibi kesip attı. Yerde çömelmiş adam irkildi ama gözlerini açmadı. Korktuğu halinden belliydi. Ayağa kalkar kalkmaz odanın solundaki ranzaların önüne geçip kollarını açtı.


“Dur, dur, dur! Sana zarar vermek gibi bir niyetim yok. Sakin ol!”


Ayaktaki korkmuş adamın ne dediğini anlamadığı belliydi. Fizyolojik olarak mühürlenmiş ağzının ardından belli belirsiz mırıltılar geliyordu, ama mırıldanmalar sadece yanaklarını ve önceden dudaklarının olduğu yüzünün ön kısmını şişiriyordu. Zavallı bir balon balığı gibi şişip iniyordu suratı. 


Yatağın üstündeki radyo hiç istifini bozmadan çalıyordu:

“...Bebeğimin beşiği bakır

Ben sallarım takır takır…” 


Konur anlamasını kolaylaştırmak için kelimeleri tek tek sıraladı:

“Beni. Duyabiliyor. Musun?” 


Mırıltılar agresifleşti. Ranzanın alt katında, yorganın altında bir şey kıpırdanmaya başladı. Kıpırdanan şey bir süre sonra yorganı üzerinden attı. 

Kıpırdanan şey gençten bir delikanlıydı ve babasının sakatlığını paylaşıyordu. Ağzı tam olarak kapanmamıştı. Uyanmış olmasına rağmen gözleri kapalıydı. Olağandan daha cılız gözüken bu çocuk pek güçlü de değildi. Yeterli beslenemediği aşikardı. Konur, kamasını kılıfına geri koyup çocuğa doğru yaklaştı.


“Korkma, merak etme. Zarar vermeyeceğiz. Ne oldu size?” diye soruşturdu.


Delikanlı pek korkmuş gözükmüyordu. Söylenenleri anladığı belliydi babasını göstererek zorlukla:


“Balonlarla arama girdiler, paralar sağlam.”


Gencin dedikleri pek mantıklı gelmemişti. Konur tekrar sorusunu yeniledi. Çocuk anlaşılmadığına öfkelenmişti ve cevabını yeniledi. 


“Telsizi sorunca kara dediler, fazladanmış.”


Konur düşündü ama bir sonuca varamadı. Deforme olmuş çocuğun suratına bakarken arkasından Çorbacı’nın ayak seslerini duydu.


Radyo devam etti;

 “...Çamlıbel'den çıktım yayan

Dayan dizlerim de dayan...”


“Bu garibanları hamur gibi yoğuruyorlar. Bunu yapan her kimse onları kullanım için hazırlıyor; yakıt, asker, hammadde. Artık ne lazımsa. Önce bir aptallık başlar, daha sonra hareket kapasiten azalır. Delikanlı zor hareket ettiği için yorganı üzerinden atamadı. Görebildiğin şeyleri açıklamama gerek yok zaten. Örümceğin avlarını sarması gibi o da insanları sarıyor. Önceden bunu laboratuvarlarda yapıyorlardı. Şimdi bu ihtiyaçları kalmamış demek ki.”


Çorbacı açıklamasını yaptıktan sonra Konur’un kolunu tutup onu dışarı çıkarttı. Kapıyı arkasından kapatıp ailenin yanına dönerken elindeki kılıç parlıyordu. Redingotun şıkırtıları duyuldu ve adamın sessiz mırıldanmaları bastırılmış çığlıklara dönüştü. En sonunda bastırılmış çığlıklar senfonisi balgam ve kan gurultusundan oluşan bir kreşendo ile son buldu.


“...Deveyi deveye çattım

İpini boynuna attım...”


Çorbacı içeriden çıktığında kılıcından kızıl kan akıyordu. Bıçağı salonda bulduğu kıyafetlerden birine silip Konur’a döndü.

“Yeni hayatına hoş geldin!”


-Berkay