İnsanlar tarafından yalnızlığın yanlış algılandığını düşünüyorum. Yalnızlık toplumun sizi ittiği, belli bir zaman sonra ise sizin ona alıştığınız bir durum değildir. Yalnızlık kişinin kendi tercihi olup gereksiz yakınlıktan ya da yılışıklıktan uzak durmak için seçtiği bir yoldur. Aslında şimdi bu söylediklerimi tekrar ettiğimde, yine toplumun fazla yılışıklığından kaynaklı, kişinin itildiği bir yol olması da mümkün. Tabii bunlar benim fikirlerim ve ben yalnızlığı tercih ediyorum.


Yaklaşık 3 yıl önce tesadüfi bir şekilde denk geldiğim deniz kıyısındaki gün batımını izlemek için kaç defa geç kaldım insanlara. Belki üzücü gelebilir ama bu durum beni üzmüyor. Yıllardır her gün aynı yerde gün batımını izlemek için geldiğim yerde sanki sürekli farklı bir şey izliyormuş gibi bir görüntü sunuyor bana, ne yazık ki insanlar tam tersi. Bu yüzden yalnızlık benim için makul ve rahat. Şimdi yine aynı yerdeyim, o deniz kıyısında yol boyunca uzanan kumsalda ufak tefek gri taşlar ile oldukça sıradan. Burayı özel yapan şey tüm bunlardan alakasız büyük barut rengi ve bu sahil kıyısında tek olan üzerinde oturduğum bu kayalık. Tuhaf bir şekilde rahat ve bulunduğu yer yüzünden gün batımı oldukça güzel gözüküyor.


Genelde sessiz olduğu için burası kulaklık kulağımda olsa bile müzik dinlemem fakat şu an bu rahatsız edici sese katlanmak istediğimi pek sanmıyorum. Kalkıp gitmek bir seçenek ama o ses tahminimce bana seslendiği için mecbur iletişim kurabilirim. İnsanlar neden bu kadar rahatsız edici?


"Hey çocuk! Bir el atsana."


"Pardon, bana mı dediniz?" diye sordum, bana kocaman bir gülümseme sundu ve rahatsız edici dediğim sesi, sadece beni yaşadığım transtan uyandırdığı için hissettiğimi anladım çünkü sesinin oldukça sakinleştirici bir tınısı vardı.


"Kusura bakmayın, müzik dinlediğinizi göremedim ama yardıma ihtiyacımız var. Sedna'yı çevireceğiz." Yüzüne doğru attığım anlamaz bakışları fark edip gülümseyerek devam etti, "Kayığımın ismi" diye açıkladı ve arkasını dönüp yürümeye başladı. Ne çok gülüyor diye düşündüm. Fark etmeden ayağa kalkmıştım bile. İçimden adlandıramadığım bir dürtü ile yardım etmek için arkasından ilerliyordum. Saçma olan onun öz güveniydi, arkasına bile bakmıyordu, ayağa kalktığımı görmedi, hem nereden biliyordu yardım edeceğimi? Hoş, yanılmadı ya orası ayrı.


Kayığının yanına gittiğimizde bizden ayrı iki kişi daha olması kendimi gereksiz hissetmeme neden oluyordu çünkü üç kişi hayli hayli çevirebilirlerdi kayığı. Aklımdan geçen düşüncelerin orada kalmasını istemedim "Bana gerçekten de ihtiyacınız var mı?" dediğimde diğer iki kişiden esmer olan şaşırırken diğer buğday tenli ve yanındaki arkadaşına göre daha kısa boylu olan ise gülümseyip beni cevapladı: "Haklısın ama bizimki kayığına biraz takıntılı, tabii garantici olması da var o ayrı." Ardından bir elini ensesine atıp içten bir şekilde gülümsedi. Bense kafamı -anladım der gibi- salladım. Sonra esmer olan transtan çıkar gibi yanıma geldi, elini selamlaşmak için uzattı. Gülümsedim fakat farkındaydım, oldukça kasıntı bir gülümseme idi bu. "Temastan pek hoşlanmam." deyip kafamı salladım, o da ilk anlam veremedi ama çok uzatmadan o da kafası ile selam verdi. Arkadaşı da olduğu yerden selamladı. Esmer olanın "Bu arada be-" diye başladığı cümlesi, beni buraya getiren kişinin cümleye girmesi ile yarım kaldı. "Kusura bakmayın ama şu işi hemen bitirsek olur mu? Sonra oturur bir çay içerken konuşuruz ha?" diye sordu, ben de hemen "Bence de" deyip üzerinde Sedna yazan gri ve mavi boyalı kayığın yanına gittim. Sonra diğerleri de gelince esmer ve bal rengi gözlü olan karşıma geçerken yanıma da buğday tenli olan geldi. Herkes yerlerini alınca kayığın uçlarından tuttuk. Gözlerimi bal rengi olanlara dikip komut vermesini bekledim. Bal rengi gözlerde beni bulunca hiç teması kesmeden "Üç, iki, bir şimdi" dediği gibi hepmiz kayığı yan çevirdik. Duruşlarımızı düzeltip tekrar gözlerinin içine baktık. "Tekrar" dediğinde kayığı tam olarak çevirdik. "Tamam, şimdi biraz deniz kıyısına doğru ilerleyelim" dedi. Ellerimde hissettiğim bariz acı ile yüzümü buruşturduğumda bal rengi gözlerin üzerimde olduğunu yeni fark ediyordum. "Hızlanalım" diye komut verince adımlarımızı hızlandırdık. Biraz daha ilerledikten sonra kayığı, batmakta olan güneş ile göze çarpan güzellikteki kumların üzerine yavaşça yere indirmeye başladık.


Derin bir oh çektiler yorgunluktan değil gibiydi, sanki kayığa bir şey olmadan indirmenin rahatlamasıydı. "İyi günler o zaman" deyip arkamı döndüğümde bileğimde hissettiğim nasırlı ellerle durdum. "Öyle hemen gitmenize izin vermemi beklemeyin." dedi kafasını eğip masumca bakarak. "Hem Çin'den gelen çok özel bir çay mevcut, denemek istemez misiniz?" Kaşlarımı çattım, hala bileğimde olan büyük ellerine baktım, parmakları o kadar uzundu ki bileğimde kendi eline tekrar dokunabiliyordu ya da benim bileklerim çok inceydi bilemiyorum. Bakışlarımı fark etmesiyle elini çekmesi bir oldu. Bileğim elinin sıcaklığına çok alışmış olacak ki esen meltemle içim titredi. Şokla açılan bal gözleri tekrar bileğime ulaşınca hafifçe gülümsedim. "Merak etmeyin, tenim çok hassastır yoksa canımı yakmadınız." Biraz rahatlasa da endişesi tamamen geçmiş değil gibiydi. "Özür dilerim, ne büyük ahmaklık, lütfen izin verin morluk için bir krem sürelim ,olur mu?" Çok mahcup olduğu sesinin hafif titremesinden belli oluyordu. Benden yaşça büyük olduğu belli olan bir insanın karşımda bu şekilde telaşlanması bende alay etme hissi uyandırıyordu. Tabii bunu yapmadım, kafamla onayladığım gibi özür diler gibi gülümseyip bana yolu gösterdi. Demin kayığı aldığımız yerin biraz uzağında daha önce fark etmediğim bir kulübenin kapısını açtı. Kulübenin eski olduğu, kahverengi soyulmuş duvarlarından belli oluyordu. İçeriye girince duyulan ağır koku saniyelik de olsa yüzümü ekşitti. Ben kapıda dikilip kulübeyi incelerken "İçeri gelin lütfen." dediğinde kapıdan geçip daha net bir şekilde inceledim. Eski bir tezgah üzerinde yıkanmış bir iki tane bardak ve tabak, ayaklarımın dibinde duran birkaç tabure ve küçük yuvarlak bir masa, onun arkasında eski bir vitrin içinde kitaplar ve bir şişe içinde gemi. Etrafıma bakıp bu kulübe hakkında sadece eski demek geliyordu içimden, daha farklı bir kelime bulamıyorum, sanırım nedeni ruh barındırmıyor oluşu. "Oturun lütfen, ben de ellerimi yıkayıp kremi süreyim." Bana söyleneni yapıp bir sandalyeye oturdum, o sırada o da nasırlı ellerini yıkayıp ellerini kurulamak için eline bir havlu aldı. Ben onu beklerken o yerden başını kaldırıp bana yamuk bir gülümseme sundu, karşılık olarak başımı ağır ağır salladım. Yanıma geldiğini çekilen tabure sesinden anladım, kafamı kaldırıp baktığımda uzun parmaklarına kremi sıkıyordu, onu dikkatle izlediğimi fark ettiğinde sanırım açıklama gereği duydu ve nazik çıkan sesiyle: "Tekrar özür dilerim, o kadar sert sıktığımı bilmiyordum, ilk defa bu kadar kontrolsüz hissettim, lütfen bileğinizi uzatın ki ben de kremi sürebileyim." İtiraz etmemin pek bir anlamı olduğunu düşünmedim, pişman hissediyordu ve vicdanını rahatlatması için ona izin verdim. "Dediğim gibi tenim fazla hassas, en ufak güç bu hale getiriyor, yani içiniz rahat olsun, canımı yakmadınız." dediğimde rahatlamış bir şekilde gülümsedi, gülüşüne takıldı gözlerim; yaptığı en ufak hareket benim daha dikkatli bir şekilde onu incelememe neden olurken yanında getirdiği huzur göz ardı edilemezdi. Bu durum mu içimin ürpermesine neden oluyordu yoksa bileğimde gezinen kremin soğukluğu mu? Açık konuşmak gerekirse bilmiyorum. Bir süre bileğimde gezinen parmaklara takıldı gözüm, ikimiz de bozulmaz sessizlik yemini etmiş gibi ağzımızı açmadık, ta ki o bileğimden parmaklarını çekene kadar. Bileklerimde oluşan boşluk hissine aldırmadan ağzımdan iki kelime dökülebilmişti: "Teşekkür ederim." O ise ellerini yıkarken omzu üzerinden bana bakıp gülümsemekle yetindi. "Ben gitsem iyi olacak, saat geç oldu." Masanın üzerine bıraktığım telefonumu alıp kapıya yöneldiğimde arkamı dönüp beni izleyen bal rengi gözlerin sahibine elimi uzattım. Yüzünde bana önceden gösterdiğinden daha büyük bir gülümseme ile karşılık verdi. İçimden tekrar "Ne çok gülümsüyor." diye geçirdim. Uzattığım elimi tuttuğunda soğuk eli titrememe neden oldu, hafifçe sallayıp ellerimizi ayırdığımız gibi arkamı dönüp çıktım kapıdan.