Unutma, Lamborghini iki koltuklu, otobüs otuz koltukludur. Ama aslında bunun bir önemi yoktur. Araçların koltuk sayısı önemli değil, önemli olabilecek tek şey hızı olabilir; nedeni ise zamanın insan hayatı için en değerli şey olması. Önemli olan araca binince nereye gideceğin.


Yolun sonunu bilmiyorsunuz. Neden araca bindiğinizi bilmiyorsunuz. Binmeniz gerektiği düşüncesi beyninize girdiği için biniyorsunuz. Neden binmek istediğinizi kendinize sormuyorsunuz. Aslında hayatı da kendinizi de tanımıyorsunuz. Dünyayı anlamaya çalışmadınız, haliyle kendinizi de anlamadınız. Gitmek istediğiniz bir yer yoksa araca binmenizin ne önemi var ki? Üzerinde düşünmediğiniz araçlara binerek dünyada salak salak savruluyorsunuz. Savruluyorsunuz diyorum çünkü özgür değilsiniz. Aklınıza istemsizce giren düşünceleri sorgulamayan kimse özgür değil. (Sorgulamak özgürce yapılabilir mi? Bence evet. İsterseniz tartışalım.) O yüzden oradan oraya savrulan et parçaları gibiyiz. Duygusal olarak değil, mantıksal olarak. Ben sizin gibi yaşamazken hayatı sevmiyorum, sevemiyorum. Ama siz savrulurken mutlu olabiliyorsunuz. Bu cidden mutluluk mu? Bence değil. Sadece ilkellik. Beyninizin ve vücudunuzun sürekli birbirini kandırması. Boktan hayatı katlanılabilir hale getiren ilkel bir savunma mekanizması. Farkındalıktan savunma. Gerçekten savunma.


Cidden yaşıyor musun sence? Düşün biraz. Etrafına bak artık. Aç gözlerini! Var mısın bu koca varlıklı hiçlikte? Köle olma artık, sorgula. Kır beynindeki prangaları, ilerlemeye çalış zorla. Yapılabilecek en iyi şey olduğunu fark edeceksin hayatta, tek gerçek eylem olduğunu gelişmenin. Bakarsın, belki de hayatın boyunca peşinden koştuğun mutluluğu bulursun eğer öyle bir şey varsa. Ama yine de anlamsız olmaz mı?