parmaklarımın ucuna yükselip kazandığım dirlik

ölümü oynuyor doygunluğun kıyısında

zaman avuçlarımda kırılan dikenli çalı 

dökülmez mi kanım eşyaya

döküldüm etten kemikten 

döküldüm çiğ sütün kesiğinden 

döküldüm dikişsiz bir ağzın küfründen 

ecdada sayan babamın söküğünü annemin dikiş belgesi dikmeye yetmediğinden

döküldüm kendimi bilmekten 

yırtığımız soysuz sopsuz kehanet artığı 

ve dilimle söyletmediler ermeni türküleri

zaten birileri birilerine puşt tohumu 

nasıl olurdu da ayıklanmazdılar kendilerinden

ihtişamlı gölgeler parlarken ruhumda 

tahtına kurulup cehennem bekçiliği yaptı gövdem

çünkü öldüremedi ruhumu soysuzluğum



ne olmuşsa arınmanın çemberinde küçük lütuflar çınladığında oldu

ne olmuşsa her biri bir yere sürüldüğünden 

ben çizmedim sınırları bu ellerimle 

bu ellerim tövbe günahsızdır ilkeldir ayıklamakta pirincin taşını 

ama kırdığım dişlerin arasında taş oldum dile geldiğimden 



ah! sesi kesilmeyen doğum hıçkırıkları anlamanın

dehşete düşebilsem ki düşebilirim

çünkü önüme sillesi koyulmuşken bahşetmenin

aykırı bozkırın yaban çiçeklerini kendi ellerimle besleyebilirim

anlamı yokken sessizliğin yaratılmışlığımın çanlarını çalabilirim 

fark edilmez ki ben fark edebilirim 

gururun hoş tesellisiyle bir an ürperebilirim



akbabalar gelip üşüştüğünde kanlar içinde kalan eşyaya 

yabanıl bir korkuyla bakabilirim gözlerime 

gök gürültüsü ise onun suçu değildi aslında

o seçmedi kokuşmuş leşlerin başını beklemeyi 

ben de seçmedim seçemediğim birçok şeyi

gürültülüyüm ses verdiğinden kuşandığım isyan 

uçmayı akbabadan öğreniyorum şimdi

ve kendimden beslenmeyi



geceye esrimeler savuran tutkusunu yitirmiş yıldızlardan 

sadece bir tanesini avutabildi avuçlarım

bunun için üzülecek değilim

sen de üzülme senin suçun yok baba kabullenmediğini akbabalara ikram eden benim 

ruhum, kanım, benliğim azaldıkça özümden ışıldıyorum 

gururluyum. 

cesur bir notanın aykırı şarkısını fısıldıyorum.