Otobüs durağına doğru ağır ağır ilerledi. İçinde garip bir heyecan vardı. Biraz da korkuyordu. Otobüs geldi. En arkaya geçip oturdu. Bu akşam vaktinin bir başka güzelliği de otobüslerin boş oluşuydu. Hava da güzeldi. İnsan daha ne istesin?

"Ulan, insanın isteği mi biter?" dedi. 


Otobüs epey hızlı gidiyordu. Her şey adeta mükemmeldi. Ama işler bu kadar iyi gidince insanı bir ürperti alıyor, ille de bir olumsuzluk bekliyordu. Düğmeye bastı. Otobüs frenleyince ayağa kalktı. Daha tam durmadan attı kendini dışarı. Bir an sendeledi ama bozuntuya da vermedi. Beklediği başına gelmişti işte.


Şimdi ne yapacaktı? İçindeki korku bütün bedenini ele geçirmişti. Titremesine de engel olamıyordu. Ya bir gören olursa? Ya bir tanıdık denk gelirse? En iyisi biraz daha beklemek. Parka doğru döndü. Saate baktı, yatsı ezanı okunmak üzere. Kuytu bir banka oturup sigarasını yaktı. Düşünüyordu. Tanrı'yı düşünüyordu. Gerçekten var mıydı acaba? Bu soruyu sormaktan dili yorulmuştu ama o düşünmekten yorulmamıştı. Eğer bir Tanrı varsa bile bile bir günahı işlemesine mutlaka kızardı. Ama yoksa... Hem sanki dinin bütün emirlerine uyuyor muydu? Cumadan cumaya kıldığı iki rekat namaz... Başka? Hiçbir şey! E neden korkuyor zaman? Vicdanından mı?

Hayır, hayır! Vicdanından korkan adam sigara da içmez. Burada farklı şeyler var. Mesela yıllar yılı bu günahların cezasını dinleyerek büyümesi olabilir.

"Aman ha! Cehennemde sonsuza kadar yanarsınız." diye anlatan büyükleri, hocaları, ebesi, dedesi... Şöyle bir düşününce işin aslı çıkıyordu meydana. Küçücük çocuğa bunları anlatırsan bu yaşa gelince bile insan korkar.


Tekrar yolun başına geldi. Karşıya geçecek, binanın önünden yürüyüp sola dönecek. Bu kadar! Tekrar titremeye başladı. Ya bir tanıdıkla karşılaşırsa? İyiden iyiye korkmaya başladı. "Allah vere de... Ulan Allah'ı ne karıştırıyorsun?" diye sinirlendi kendine. Kırmızı ışık yandı. Hızlıca geçti karşıya.


Bir çiğ köfteci, bir market, bir züccaciye dükkanı... Yan yana sıralanmışlar. Göz ucuyla dükkanların içini ve etrafı şöyle bir kontrol etti. Bir yandan da boyuna terliyordu. Ne zaman korksa, heyecanlansa ya da utansa başlardı terlemeye. Allah'tan hava serindi de pek umursamıyordu. Adımları iyice ağırlaştı. Köşeyi dönünce kalbi duracak gibi oldu. İşte mavi tabela! Tekel Bayii. Kapıya geldi. Derince bir nefes alıp içeri girdi:

— Merhaba! Sesinin titremesine engel olamıyordu.

— Merhaba, buyurun?

— Bira alacaktım. Sesi ağzından daha çıkmadan çenesi kapandı. Adam bu garip manzara karşısında soğukkanlılığını koruyarak,

— Nasıl?

— Bira, dedi en sonunda, alacaktım.

— Kaç tane?

— Bir tane.

— Küçük mü?

— Evet, bir de soda.

— Başka bir şey?

— Yok, teşekkürler.

— Afiyet olsun!

— Kolay gelsin!


Dükkandan güç bela çıkabildi. Titremesi hâlâ devam ediyordu. Şimdi parka gidecekti. Yolun kenarına geldi. Nefes nefese kalmıştı. Terden elleri yapış yapış oldu. Karşıya geçti. Koşarcasına ilerliyordu.


"Bir bira içmek istiyordu kaç gündür."

Şiirde geçen bu mısra yüzünden galiba tadını çok merak ediyordu. Banka oturdu. Birayı açtı, bir yudum aldı. Yüzü ekşidi. "Acıymış." dedi. Sodasından birkaç yudum aldı. Tekrar birayı denedi. Alışmaya başlıyordu sanki. Elini indirince arpanın o iğrenç kokusunu duydu. Şimdi tiksinmişti işte. "İnsanlar bunu ne diye içiyor? Hayret doğrusu?"

Kalktı, birayı çöpe attı. Yarısını ancak içebilmişti. Garip bir pişmanlık vardı içinde. Bir günahın pişmanlığı mı yoksa bilinçaltına yerleştirilen öğretilerin kendisini suçlaması mı? Bilmiyordu. Sadece yürüyordu.