Her şey güzeldi. Mükemmel değildi henüz. Ama çok güzeldi.


Bir bataklık vardı çünkü. Siyah, yapışkan ve kara delik gibi her şeyi kendisine çekip yutan korkunç büyük bir bataklık vardı.

İçinde eski uygarlıklardan kalan efsanevi hazineler olduğu söylentileri dilden dile dolanıyormuş. Değerli mücevherleriyle bu tehlikeli bataklığın çevresine yolu düşmüş asil ve güzel kadınları parlak yüzeyindeki ışık yansımalarıyla kendisine çekip içindeki yapışkan, iğrenç dokusunda yıllarca hapsedip yavaş yavaş sindiriyormuş.


Bu çirkin bataklık aslında güzel bir yağmurdan sonra karanlıkta kalıp büyümüş ve çevresinden aldığı madde ve enerjilerle büyüyerek bu iç dünyaya artık ciddi bir tehdit oluşturan bir su birikintisiymiş.


Bataklığın beslendiği asıl enerji korku, tereddüt, kuruntu ve vazgeçiş gibi duygularmış. Minik umutları ve masum hayalleri kendi karanlığına çekip hapsediyormuş.


Güzel hayalinin olduğu dünyada böyle bir bataklık istemediğinden olsa gerek tüm kararlığıyla bu bataklığı kurutmaya adamış kendisini.


Bataklık kuruyana kadar mücadele edecekmiş ve sonra bataklıktan geri kalan zengin toprakta en az bulunan çiçeklerden, en güzel ağaçlardan yetiştirecekmiş.


Çünkü burası onun iç dünyası…