İnsan öyle ilginçtir ki bütün gün devasa bir kutunun içine girip gizlenmeye çalışsa dahi başına bir iş açmaya müsaittir. İnsanlık, bedel ödemektir. Bir şeylerden vazgeçmek, iyiyi kötüyle beceriksizce takas etmeye çalışmaktır. İntihar etmenin acısını yaşayan bir delikanlı; anne ve babasının anlık günahının bedelini öder. Onların kötülüğünü, içindeki bir parça iyilik karşılığında şeytanla takas eder. Cebi boş bir adam, ona sunulan iğrenç teklifi kabul etmek zorunda kalır. Ahmaklar ilahi adalet diye söylenirken, mistikler karma diye seslenir. Günün sonunda, keşkeler hep en büyük silah olur çaresiz insan için.

“Keşke,” dedi Ülgen. “Keşke bugünlere hiç gelmeseydim.” Susuzluk dudaklarını o kadar çok kurutmuştu ki söylediği cümleleri duymak için Ülgen’in ağzının içine girmek gerekiyor, kelimelerin anlaşılması içinse ikiden fazla kulağa sahip olmanız gerekiyordu. Onun hücresinin önünde duran gardiyanlarınsa ne iki kulağı vardı ne Ülgen’in ağzının içine girmeleri için bir yetkileri. Hücre, karanlıktı. Sanki yeryüzünde bütün siyahlıklar el ele vermişler ve Batıkgüneş Şehir Devleti’nin o hücresinin içinde kendilerine yer bulmuşlardı. Ülgen, birkaç gündür sırtını dayadığı duvarın soğukluğunu, vücudunun arkasında bulunan bütün kemiklerinde hissederken ciğerinin de parçalanırcasına kanadığını hissediyordu. Hücre soğuktu. Her ne kadar, kapı önündeki gardiyanlar ona yalnızca hayatta kalabilmesi için gerektiği kadar besin veriyor olsalar da, insan bu ya, anlık öfkeyle vücudunu saran alevler, ona açıklanması zor bir enerji veriyordu. Enerji geldiğindeyse ayağa kalkmak istiyor; ısınmak için parça parça kesilmiş, çizikler atılmış el ve kollarını hareket ettirmek istiyor; bulunduğu yerden birkaç santimetre yukarı zıplayarak vücudunu ısıtmak istiyordu. Yapamazdı. Hücre, küçüktü. Uzanıp uyuması bile mümkün değilken o, bilinmezliğin verdiği cesaretle birkaç kez ayağa kalkmayı ve zıplamayı denemiş fakat kafasını tavanın bölük pörçük tuğlalı kısmına çarpınca tekrardan iki büklüm şekilde uzanması gerektiğinin farkına varmıştı. Hücre, fare deliğiydi. Aslında hücre ne soğuk ne karanlık ne küçük ne de herhangi bir şeydi. Bütün bunların hepsi, esaretin fiziksel özelliğiydi. Küçük olan hücre değil, esaretti. Soğuk olan, beton hücre değil; esaretti. Fare yuvalarını andıran bir hücre de yoktu aslında. Fare deliği olan, esarete sıkışıp kalmaktı. Esaret, insan soyu için küçük bir fare deliğinden farksızdı.

Halihazırda aç ve yorgunken hücrenin demir kapısına birkaç tane yumruk atılıp kulakların pası silindi. “Hadi kalk! Çıkarın şu herifi.”

İçeri giren gardiyanlar, Ülgen’i kollarından tuttular ve sürüklemeye başladılar. Belki birkaç gün sonra ilk defa ışığı görecekti. Kollarından tutulmuş, sürükleniyor ve ışığa gidiyordu. Ne kadar ilginç değil mi? Bir başınayken karanlıkta kalıp birilerinin seni ite kaka aydınlığa götürmesi... Hangisine güvenecekti ki? Yalnız karanlığa mı, zalim kalabalık arasında gezinen aydınlığa mı? Cevap basit: Hiçbirine. Çünkü Ülgen bir filozof değildi. Bunları düşünecek zamanı yoktu.

Ciğerinden gelen hırıltılar, tıpkı eski bir arabanın motoruna benziyor olsa da, o henüz dışarıdakilerin aksine makineleşmemişti. İnsandı ve konuşmaya çalışıyordu. “N… Nereye götürüyorsunuz?” Aldığı cevap, az önceki metal hücre kapısınınkiyle aynıydı. Birkaç tane yumruk. Daha sonra bayıldı ve insanlıktan nasibini aldı.

*

Dev bir açık hava sahnesinin her yerine kocaman kameralar kurulmuş, hepsinin namlusu sahneye yönelmişti. Namlu, kameralar için ne kadar da doğru bir anlatım değil mi? Eğer kamerayı doğru kullanabilirseniz avucunuza silah almanıza gerek yoktur. Çünkü bu görüntü veren aletler, insanın kanını akıtamasa bile ruhunu vücuttaki her delikten dışarı çıkarmaya yarayabilir.

Sahne bembeyazdı. Sahnenin arkasında devasa beyaz bir perde duruyor ve perdenin üstünde kocaman bir batan güneş arması, orayı gözleyenlerin gözünün içine bakıyordu. Namsız Hayaller isimli program başlamak üzereydi. Sahne her ne kadar görkemliyse sahne önünde birikmiş onlarca kalabalık da bir o kadar görkemsizdi. Kiminin üstü çıplak, kimi çolak, kimiyse açtı. Ortak iki noktaları vardı. Birincisi, hepsinin gariban olmaları; ikincisiyse orada bulunan herkesin Namsız Hayaller isimli programın ilk bölümünü, çıplak göz ile seyretmek istiyor olmalarıydı. Başkan, programı tanıtırken halktan birini seçeceklerini onlara duyurmuştu ama bu bir yalandı. Ülgen’i cezalandırması için memleketin en acımasız katili, bir devlet görevlisi; çoktan halkın içinden, fakir ve umutsuz biri görünümü verilmiş ve görkemsiz kalabalığın arasına salınıvermişti. Birkaç dakika içinde program başlayacak ve adı okununca halktan biriymiş gibi sevinerek sahneye çıkacaktı. İşte kameralar bu yüzden bir silah gibiydi. Kimin, kim olduğunu asla anlayamazdınız. En büyük katil, ödül isteyen bir vatansevere dönüşebilirdi. En büyük yalancı, bir din adamı olabilirdi. En büyük hırsız, bir iş adamı olarak kendini tanıtabilirdi.

Birkaç dakika sonra programın süslü sunucusu sahneye geldiğinde, gözünün önünde biriken kalabalık, kadının yüzüne değil, bacaklarına ve göğüslerine bakıyorlardı. Çünkü bu, hiç yanılmazdı. Erkeklerin baskın olduğu toplumlarda, anlaması güç bir şekilde kadın, reklam ve etkilemek adına iyi bir hamleydi.Kadın, bu sahnede bir insan görevinden çok bir materyal görevi görüyor; Başkan’ın amacına hizmet eden bir eşyadan farklı bir değer görmüyordu. Çünkü mantık basitti. Kadın, sattırır. Cinsellik sattırır. Erotizm sattırır. Bütün bunların başrolüyse düşünmeyi ve idrak etmeyi unutmuş erkek çoğunluklu toplumlarda, kadınlar olabiliyordu.

“Hepiniz hoş geldiniz!” diye bağırdı sunucu. “Hepinizin mutlu olduğunu umuyorum. Program başlamadan önce, sizleri hayatlarını kaybetmiş cesur askerlerimiz ve başkanımız adına saygı duruşuna çağırıyorum. Daha sonraysa kurayı çekip Namsız Hayaller’in ve Başkan’ın namını artıracağız!”

Söylenenler yapılmış, saygı duruşu gerçekleşmiş ve kura çekilmişti. Amansız katil, halktan biri olarak sahneye gelmiş ve kendini tanıtmıştı. O, kendini tanıtırken yırtık pırtık paçavralar içinde, ağzı ve yüzü bembeyaz kesilmiş Ülgen sahneye alınmış ve sahnenin tam ortasındaki koltuğa bağlanmıştı. O kendinin nerede olduğunu sorgularken sunucu, onun ve bütün dünyanın duyabileceği şekilde bağırıyordu.

“İşte başarısız geldi! İşte başarısız burada! Bugün bu başarısızı yok edip hepimiz birer başarılı insanlar olacağız! Ceza, zaferi getirir! Değerli konuğum, burada oturan başarısızı öldürmek için sana verebileceğimiz aletler şu masada duruyor. Onları nasıl kullanacağın sana kalmış. Şimdi halkımıza gülümse ve başarısızı yok et!”

İşte şimdi anlıyordu Ülgen nerede olduğunu. İşte şimdi idrak edebiliyor ve pişmanlık duyuyordu. Bu cümleleri biliyordu, daha önce defalarca kez provalarda ve sunumlarda duymuştu. Çünkü bu sözleri kendisi yazmış, çünkü Televirüsyon ve Namsız Hayaller projesini başkana kendisi sunmuştu. İşte şimdi neden “başarısız” olarak nitelendirildiğini anlaması gerekiyordu lakin anlamaktan öte canını kurtarmaya çalışmalıydı. Bütün bunlara rağmen en iyisi, kendi biliyordu ki o koltuğa oturan, Tanrı'yla ve ölüm melekleriyle yüzleşmeden özgürlüğünü alamazdı. Biliyor fakat kabul edemiyordu. Birkaç saniye sonra katil, masanın üstündeki uzun kılıcı alıp önce Ülgen’e, daha sonra karşısındaki kalabalığa gösterdi. Kılıcın metaline işlenmiş“Gerçekler, öldürür. Ceza, her şeydir.” Yazısını bağırarak okudu ve kılıcı yüzlerce defa Ülgen’e doğru savurarak onu delikli bir çuvala çevirdi. Akan kanı ellerine sürdü ve tadına baktı. Başarının tadı acıydı. Çünkü başarı, bu toplumda cezalandırmaktan geliyordu. Cezalandırmak ise dürüstçe değilse her zaman birileri için acı verici olacaktı.

Gerçekler öldürürdü ve gerçek, sözünde durup Ülgen’i öldürdü. Ahmaklar buna ilahi adalet dedi. Mistikler ise karma. Sonuçta, insanlık her zaman bir bedel ödemeye hazırdı. Kimi düşünemediğinin, kimi cahilliğin, kimi arsızlığın, kimi onursuzluğun, kimiyse kendinin. Gerçekler öldürür. Çünkü gerçek asla yanılmaz. Düşünmezsen öldürülürsün ve sesin çıkmaz. Çıkarlarına hizmet ediyor diye göz yumarsan o gözler, çıkarların uğruna bir daha asla açılmaz. Bir süre sonra açmak istesen bile, henüz dünya mezara girmiş birinin gözünü açabildiğine şahit olmadı. Geçmiş, seni öldürür. Gerçekler, öldürür.