Gecenin 2'si. Tam karşımdasın yine. Aylardır olduğu gibi, tam karşımda. Karşımdasın karşımda olmasına ama hiç olmadığın kadar da uzaksın aynı zamanda. Hem de öyle bir uzaksın ki benden, hissedemiyorum seni. Hatta emin de olamıyorum karşımda oturanın sen olup olmadığından. Gündüze dönüyorum sonra, başını bir o yana bir bu yana çevirdikçe saçlarının dalgalanması ya da parmaklarının ucuyla tıkır tıkır vurman masaya, var olduğunu, karşımda oturduğunu yine ispatlamaya yetmiyor. Hissedemiyorum seni. Hâl böyle olunca da ince bir telaşa kapılıp seni arıyorum etrafta. Belki güzel yüzünü, gözlerini canlandırabilmek için yapıyorum bunu belki de bu kayıp hisleri yakalayıp bir ucundan içime çekebilmek için yapıyorum...


Seni arıyorum etrafta, sen olmayan şeylerde. Senin dışında, senden bir iz taşıyan her ne varsa, var olduğuna inandırıyor beni. Hepsinin üzerine sinmişsin belli belirsiz. O belli belirsiz his, var olduğuna ikna ediyor beni. Yine de ne zaman baksam o kahve gözlerine, işte o zaman gayriihtiyari bir şüphe peyda oluyor içimde. Çünkü o kadar uzağa, o kadar derine bakıyor ki gözlerin, senin bir yanılsama olduğunu düşünmeden edemiyorum. Tekrar tekrar bakıyorum gözlerine. Bakıyorum ve dayanamayıp gizlice takılıyorum onların peşine. Seninle beraber ben de bakıyorum uzaklara. İlk başta, belki bir anlık şaşkınlıkla anlayamıyorum nereye baktığını. Ama çok uzun sürmüyor bu durum. Yavaş yavaş netleşiyor her şey. Sen benim olmadığım şeyler, bense her şeyi sen yapan gözlerle bakıyorum etrafa. Peki, ne kadar daha devam edecek böyle? Ne kadar daha devam edebilir? Söylesene, daha ne kadar arayacağım seni, sensiz şeylerde?


Hâlbuki tek ama tek bir kelime yetecek bu saçmalığın sona ermesine. Tek kelime yetecek aramızdaki sessizlik dağını eritmeye. İşte tam da bu yüzden bakıyorum ya gözlerinin en kahve yerine... O kahveliğin içinde yok olmayı göze alarak bakıyorum. Her ne kadar uzaklara baksan da sen, bir umut bakıyorum ben belki bir kelime olsun edersin diye. Belki aramızdaki sessizlik dağını o sıcak nefesinle eritirsin diye bakıyorum. Bakıyorum bakmasına da öyle sıkı kenetlenmişler ki dudakların birbirlerine; ne mümkün onların soluk pembeliğinde bir umudun yeşermesi... Ne mümkün... Ve hatta en ufak bir tebessümü beklemek, ne mümkün? Öylece oturuyorsun karşımda. Öylece oturuyorsun ve sadece parmağındaki yüzükle oynuyorsun. İçinde (hiç olmayacak bir ihtimal) kazılı ismimi silmek istercesine ileri geri, sağa sola oynatıyorsun yüzüğü. Hafif bir kırmızılık kalıyor yüzüğün gezdiği yerlerde.


Yüzükten silinen adım derine kazınıyor sanki. Yaralanıyor parmakların ve bu yüzden parmaklarında yara bantlarıyla geziyorsun. Sonra sanki bir parmağın yetmezmiş gibi diğerine geçiyorsun, bir yara bandı daha… Yutkunarak bir sigara daha... Gecenin 3'ünde odamın tam ortasında. Gecenin tam ortasında aşkın, kederin, sabrın, karanlığın… kalbimin tam ortasında, susarak dışarıdaki iğde ağacına dalıyorum. Aklım bana verdiğini, dolabımın tepesinde duran iki küçük iğdeye gidiyor. Elime alıyorum iğdeleri, baktıkça aklım yerinden gidiyor. Sonra sigarayı değil de seni çekiyorum ciğerlerime.


Günler böyle devam ederken bir gece, bir dost meclisinde, gideceğini öğreniyorum tesadüfen. Seni neden hissedemediğimi çözüyorum. Gözlerinin neden donuklaştığını anlıyorum. Çünkü birinin gözleri donuklaştı mı yitirmişsin-iz-dir. Ve ben de seni yitirmişim. Gidiyormuşsun… Hâlbuki hiç gelmedin ki sen; nasıl olur da bu kadar gidebiliyorsun, anlayamıyorum. Bir gece vakti öğreniyorum g*deceğ*ini... Saat 1'de kendimi ikinci kattan zor atıyorum dışarı, yere ayaklarım vurduğu zaman dizlerimin bağı çözülüyor. Nereye gideceğimi bilemiyorum, kim bilir ki zaten... Kimse nereye gideceğini bilmediği yola çıkmaz. Sen biliyorsundur nereye gideceğini, orada yerini hazırlamışsındır herhalde? Bilmiyorum.


Zor da olsa toparlıyorum kendimi, avlu kapısına yaklaşıyorum, tırnaklarımla bir çarpı atıyorum kapıya. Hani şu yarım kalan hayalimiz olan çarpı... Kendimi içilmiş ve balkondan aşağı atılmış aşağılık bir izmarit kadar değersiz hissediyorum; yokuş aşağı gözlerim terlerken sigaramı bile yakamıyorum çünkü sigaranın izmaritinde kendimi görüyorum. Yürüyorum, yürüyorum, yürüyorum. Saat 2.30, "Biraz daha," diyerek yürüyorum, "Az kaldı." Sonra, "Neye az kaldı?" diyorum kendime bağırarak, kalbim sessizce fısıldıyor: onun g*tmes*ne. Çöküyorum bir köşeye "Gitme, gitme," diye, bir sokak köpeği gibi inliyorum. Sonra grupça gezen sokak köpeklerini görüyorum, dışarıya doğru kısık bir sesle "Bir sokak köpeğinden bile yalnızım," diyorum. Toparlanıyorum, yeniden, "Biraz daha," diyorum, “biraz daha”nın içindeki az daha kafama namlu doğrultuyor, o sıra kalbim yine fısıldıyor bana: az daha kalsaydı keşke…


Yürüyorum, saat 3. Nerede olduğunu bile bilmediğim sana doğru yürüyorum. Dayanamıyorum daha fazla, "Al Rabbim canımı," diye yukarı doğru yalvarıyorum, o sırada yüzüme bir damla yağmur düşüyor sanki Rabbim bana cevap veriyormuş gibi. Yürümeye devam ediyorum dalgın dalgın, bulanık etraf. Üç el silah sesiyle irkiliyorum. Kafamı bile kaldıramadan ayaklarımın dibine cam kırıkları yuvarlanıyor. O kadar yaklaşmıştım ki ölüme ve sana… O gece, iki market kurşunlanmış, diye geçiyor haber sitelerinde. Beni niye yazmadınız gazeteciler, “Sevdiğine kavuşamadı, hiç sevilmedi,” diye beni niye yazmadınız?


Devam ediyorum yürümeye, uzaklaşıyorum oradan. Gelip geçen polis arabalarının sirenleri gözlerimi alıyor. Senin sevdan bedenimden ruhumu söküp alıyor. Sen de giderken kalbinden beni söküp atıyorsun. Yürüyorum… Güneş nerede olduğunu bilmediğim seni aramakla doğuyor, ben batıyorum, kaburgalarım kalbime batıyor… Şimdi sana ne diyeyim ki sağ olasıca... İnsanlar konuşarak kalbimi, sen susarak sevgimi kırdın. Daha ne kadar tahammül edebilirim bu susmalara, bu dalıp dalıp gitmelere, gitmelere… Bilmiyorum. Oysa hiç konuşmamıştın ki sen... Milattan önceye dayanan suskunlukların vardı senin, bizim… Peki ne olacak şimdi? Gidecek misin? Bir veda bile etmeden, Yahya Kemal'in sesiz gemi şiirindeki “Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne bir kol,” gibi, gidecek misin? Eğer sen o mısraysan ben de “Dünyada seven nafile bekler, bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler,” miyim? Sonsuza kadar susacak mısın böyle? Ama anladım artık, benim sessiz gemim senmişsin…


Belki de o gemi hiç benim limanıma yanaşmadı ama ben hep bekledim o gemiyi. Şimdi ben o limanı ateşe verdim, her şeyi geride bırakıp gidiyorum. O liman o kadar değerliydi ki bende, en son anonsu yapmadan yaktım limanı ben. Belki içinde yanan insanlar vardı ama benim gözlerim o gemiden başka hiçbir şeyi görmüyordu. En son o gemiyi gördüğümde, en son gördüğümü hissettim. Sevilmediğimi hissettim. İhtimaller tükenmişti. Kendime idama giden bi adam kadar sonda olduğumu söyledim, kalbim bana son isteğimi sormadı çünkü benim son isteğim o gemiydi ama o gemi benim idamımdı. Ne yapacağımı bilemedim, sonra kaçtım. 4 buçuk seneyi bir anda silip 15 seneyi bir anda yıkıp gittim. Her şeyin sonunu yaşadım o şehirde; son sevdamı buldum, son sigaramı içtim, son kez sorguladım sana olan sevdamı yangın merdiveninde, son kez çıktım o kapıdan ve son kez gördüm seni. "Yan," dedim içime, "Yan yanabildiğin kadar." Vedayı bana çok gördü, deme, ben gözlerine bakmadan gittim; baksam gidemezdim sevdiğim...


Her şey yarım kaldı işte... Vedamız bile yarım kaldı. Ben o gün sanki bir cenazeydim ve etrafımda bana hakkını helal eden bir kalabalık vardı ve ben bağırmak, haykırmak, konuşmak istiyorum. Ben ölmedim, ben sevdim, demek istiyorum ama sevenler de ölüler gibi konuşamıyormuş. Gittim işte biraz buruk. Zaten sessiz gemim (sen) de son kez vedasını etti bana o gün. Belki de etmedi çünkü artık o geminin yanaşacağı bir liman bırakmadım ben, bırakamadım. O gemi belki o gün o limanın dumanlarına geldi doğa yanıyor diye ama ben bilmiyormuşum, bilememişim. O gemi sevgi değil, çiçek alıyormuş, çiçek dağıtıyormuş. Sadece son kez kornaya basarak uzaklaştı o gün. Kornasında “Hep mutlu ol,” diye bir ses vardı ama ben ağlıyordum. Yani her şeyin sonu oldu o gün. Belki benim de bugün. Şimdi sonsuza kadar susacağım ya... Ölüyor muyum yoksa seviyor muyum, sen karar ver.