“...Az sonra sokaklar, ardından da gökyüzü kararacak, gece inecek, yalnızları daha yalnız, hastaları daha hasta kılmak için…’’
Gün doğumuna beş varken neden aklına gelmişti Tezer Özlü’nün bu sözü, neden gece değil de bu saatte?
‘‘Az sonra güneş doğacak, yeni bir günü başlatmak, ilk ışıklarını dünyaya göndermek, az da olsa ısıtmak, güne umutsuzca son vermiş olanlara yeni bir başlangıç sunmak ve ümit olmak için…
Her zaman başlangıçlar vardır demek için.’’ İçinden bunlar geçmişti Tezer Özlü’ye nazire yaparcasına.
Evet, başlangıçlar hep vardı, hep var olacak. Her başlangıç bir sonun müjdecisi midir? Sonlar ne zaman son bulacak yahut illa başlangıçların sonu olunca mı olacak ebedi son?
Ya güneş, o daha ne kadar doğup batacak, ne zaman yorulacak? Sahi hiç düşündün mü Beha? Nasıl oluyor da o karanlık kendini maviliğe bırakıyor? Yoksa Orhan Veli’nin Dalgacı Mahmut’u mu, o mu boyuyor her sabah dersin?
Başlangıçlar, Orhan Veli, Dalgacı Mahmut, güneş…
Ne çok şey düşünmüştü daha günün bu saatinde. ‘‘Düşünmek’’ bu eylem ne de uzaktı çağımız insanına, ne de çok bihaberdi çağımız insanı bundan. Kaç kişi kalmıştır sahi düşünen ama şöyle hakkıyla düşünen, düşünüp konuşan, oturdu mu masaya, konuşmasından düşünüp konuştuğu anlaşılan. Zihni kalabalıktı içinde; isyan, yorgunluk, karamsarlık, ümitsizlik…
‘‘Nereden de bulaştık biz şu ümitsizliğe canım!’’ diye düşündü bu sefer de. Sağımız, solumuz, önümüz, arkamız hep ümitsizlik. Peki ya şu her şeye isyanımız! Çocuk oyuncak ister alınmaz, isyan eder. Öğrenci istediği notu alamaz, isyan eder. Delikanlılar ve genç kızlar gece dışarı çıkmak ister, izin çıkmaz; isyan ederler. Baba evine ekmek götüremez, isy…
Ha! Orada dur arkadaş, eve ekmek götürememek nedir, bilir misin? Bilemezsin. Bak işte bu haklı isyan! Desene isyanın haklısını da bilen kaç kişiyiz ki şurada? Azalıyoruz, yitiriyoruz, tükeniyoruz, tüketiyoruz… Hatta biraz biraz deliriyoruz, yok yok baya baya deliriyoruz.
Ceketini alıp çıktı ama gidecek bir yeri, yapacak bir işi yoktu. Caddeler, sokaklar, kaldırımlar, banklar hepsi gidebileceği yerler arasındaydı, hangisi daha cezbedici ise gideceği yer orası olurdu. İçindeki ses susmuyordu, daima düşünüyordu, düşündürüyordu. Ne zamandır vardır bu ses?
‘‘Susturmak gerek namussuzu, yoksa çıldırtacak beni.’’ diye düşündü. İnsan nasıl çıldırır peki Beha?
Nazım Hikmet geldi aklına:
‘‘İnsan öleceğini bile bile nasıl yaşar?
Ya çıldırır ya da öleceğini unutur.’’
Ölümü unuttuğumuz yok ise hepimiz birer çılgınız desene Beha, bu hayatı yaşayabilecek kadar çılgın hem de.
‘‘Kalabalıklar susturur bu namussuzu!’’ dedi ve geniş kalabalıklara çıkan ilk ara sokağa daldı. En son kaç gün önce karnını doyuracak kadar bir şeyler yemişti, hatırlamıyordu. ‘‘Şu yemek yemek de neyin nesi canım, her öğün için bir hap olsa her şey mis!’’ güldü, ne de çok şikâyetçiydi her şeyden. Günümüz insanı da böyle değil miydi? Şikâyet edecek ne çok şey bulur kendine ne çok dert edinir yok yere. Bütün bu şikâyetin, isyanın, karamsarlığın ve ümitsizliğin hegemonyasında yaşamayı ve yaşatmayı unuttukları geldi aklına ve acıdı insanoğluna, başta kendisine. Gülmek, bir arada olmak, güvenmek, sevmek, âşık olmak, ümit etmek, yaşamak…
Yürüdü, yürürken karşısına çıkan her bireyde gördüğü tek şey yorgunluktu. İşten çıkanlar, gezmek için kendisini dışarı atanlar, bir yere yetişmeye çalışanlar ve kendisi gibi nereye gideceğini bilmeyip amaçsızca dolaşanlar ile doluydu kaldırımlar. “Herkesin yetişmesi, yapması gereken işler, mutlu etmesi gereken insanlar var, ya senin Beha, senin amacın ne, varlık sebebin ne?’’
Durdu, evet bulmuştu; içindeki karmaşanın sebebini, evet kesin buydu; neden varım sorusunun cevabının boş küme olmasıydı. Durup düşündü, gerçekten de neden olduğunu bilmiyordu.
‘‘Bu amaçsızlık bitirir adamı be!’’ dedi. Durup dinlenmek ve cevabını bulmak istercesine sahilde bir banka oturdu. Hem ne demişti şair: ‘‘İyi gelmez mi hiç deniz havası!’’ o değilse bile öyle bir şeydi. Göz gezdirdi bir amaç uğrunda çabalayanlara; balık tutanlara, kitap okuyanlara, spor yapanlara, insanların ardında bıraktığı çöpleri temizlemeye çalışan belediye çalışanına. ‘‘Haklı isyan’’ mevzusu geldi aklına belediye çalışanına bakınca. O temizleyecek, birileri kirletecek sonra tekrar temizlenecek tekrar kirletilecek, ne kısır döngü ama! ‘‘Ne diye katlanıyor bu adam bütün bunlara, ne amaç uğruna?’’ Ailesi,belki bir ailesi vardı. Bakmak zorunda olduğu çocukları vardı.
‘‘Ne yüce bir amaç!’’ diye düşündü. Aile olmak; hiç düşünmemişti, düşünmek istemedi. Zaten babasını ve annesini zihninin bulanıklığı içerisinde unutmak üzereydi, oraya bulaşmak istemedi ya da cesaret edemedi. Sahilde el ele dolaşan insanlar dikkatini çekti. Ne kadar zaman olmuştu birine yakın durmayalı, birinin mutluluğu için uğraşmayalı, hatırlamıyordu ama epey olmuştu, bunu biliyordu. Şu an bunu da amaç edinemezdi kendisine zira bir karşı cins ile konuşmayalı epey zaman olmuştu zaten kendini ifade edebilmeyi unutmuş sayılırdı. ‘‘Önce amaç edinmek gerek!’’ diye düşündü. Ardından ‘‘Ulan! Laf mı seninki de öyle ha deyince amaç mı bulunur?’’ diye söylendi. Karşı bankta kitap okuyan gencin kitabına takıldı. Pablo Neruda. Bu şairi hatırladı dahası bir şiirini anımsadı belli belirsiz parçalar hâlinde, diyordu ki Neruda:
‘‘Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar,
Okumayanlar, müzik dinlemeyenler,
Gönlünde incelik barındırmayanlar.
…
Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler,
Kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler.’’
Kalktı, birbirini tekrar eden günlerine sitem ederek yürüdü, ne yapacağını bilmeyerek. Adımlarını sıklaştırırken kaldırımda kafasında tek düşünce, tek cümle vardı:
‘‘Bir amaç edinmek gerek.’’