“Eğer yoksulluk bir adam olsaydı onu öldürürdüm”

                                                                                                                                                                  Hz. Ali


“Dün komşumuz açlıktan öldü, bugün cenazesinde kurban kestiler”

                                                                                                                                                                 Ali Şeriati


Henüz tamamlanmamış iki göz gecekondu. Duvarları sıvasız. Ters tavanı yok, soba daha iyi ısıtsın diye yalnızca salonun tavanı naylonla kapatılmış. Rüzgârlı günlerde naylon iki kişinin uçlarından tutup da tozlarından arınsın diye çırptığı bir kilim gibi, gürültüyle, yukarı aşağı çarpıyor kendini. Diğer odaların tavanında ise yatay ve dikey beşe on kalaslar yerleştirilmiş. Bazı günler, kar, kiremitlerin arasından ince ince süzülür içeriye. Tuvalet ve salon girişine eski birer battaniye çiviyle gerilmiş. Odalarda kapı yok. Tuvalette yaptığın her şey her yerden duyuluyor. Kışın banyo yapmak yürek ister.

Kiradan kurtulmak için alelacele taşındık buraya. Hoş kiradan kurtulmuşsak ne olmuş? Elde avuçta yine bir şey yok… Elektriği komşudan kaçak çekti babam. Bu işlerden anlıyor, bu gecekonduyu yapmadan evvelki evimizde elektrik saatini durdurur fatura okuma günü gelmeden bir gün önce normale döndürürdü.

Bugün bayram. Aslında okulun tatil olması dışında diğer günlerden bir farkı yok gibi benim için. Belki et getiren olur, yeriz ,o zaman sahiden bayram gelir. Buzdolabında birkaç kırık yumurta, biraz salça, birkaç limon ve marul, biraz zeytin ve boş buzdolabı kokusundan başka bir şey yok. Tanıdık bir koku…

Yola bakan pencerenin önündeki çekyata oturdum. Karşı duvarda mavi ve sarı boncuklarla işlenmiş hapishane işi bir saat, on biri gösteriyor. Saatin üzerinde bir kız silüeti var. Kafasını hafifçe yukarıya kaldırmış, gözleri kapalı, burnu ve dudakları küçük. Abim yapıp yollamış. Geçen sene, gece vakti, birkaç arkadaşıyla bir olup mahallenin postanesine girmişler. Herkes bir şekilde kurtardı paçayı, kimi yurt dışına kaçtı, kimi sonuna kadar inkâr etti, bizimki üç yıldır içerde. Annem hapisteki oğluna biraz daha fazla para gönderebilmek için bir fabrikada sigortasız çalışıyor. Her sabah olduğu gibi bu sabahta  erkenden kalkıp işe gitmiş.

Karşı çekyatta ise babam belli ki yanan sobadan mayışmış, ellerini göğsünde birleştirmiş uyuyor. Ona her baktığımda kaygısızlığı ve bencilliği karşısında dehşet duygusuna kapılıyorum. Kırk beşinde henüz. Üç yıl önce borç harç, bulup buluşturup askerliğini ödeyip emekli oldu. Emeklilik parasıyla da bu gecekonduyu yaptı. O gün bugündür çalışmak gibi bir derdi olmadı hiç. Sabah uyanır, evde ne bulursa büyük bir iştahla yer, sigarasını tüttüre tüttüre kahvenin yolunu tutar. Akşam beş gibi iyice karnı acıkınca eve döner, işten yorgun argın dönen annemi “Yemek nerede kaldı?” diye darlamaya başlar. Yemekte ne yemek ama, haşlanıp soğan ve salçayla kavrulmuş patates ya da sadece sana yağlı makarna. Ama o yine büyük bir iştahla silip süpürür önüne konan yemeği. Sonra çekyata uzanıp mutlaka bir saat kadar şekerleme yapar. Kafası kızdı mıydı tarlaya tohum saçar gibi nefret saçar, bana, anneme, televizyondaki spikere, kahvede beraber elli bir oynadığı masa arkadaşlarına, veresiyeyi kesen bakkal Kamil’e. Herkese, her şeye okkalı birer küfür savurur.

Onun Almanya’ya işçi olarak gittiği beş yıl çocukluğumun en huzurlu yıllarıydı. Güya düzen kurup bizi de aldıracaktı. Nerde! Anneme yazdığı mektupta eğer buraya gelirseniz oğlun esrarkeş kızın orospu olur yazmıştı. Orada yaşayınca çalışmak zorunda kalmak gücüne gitmiş olsa gerek, gününü gün ettiği beş yılın sonunda döndü evine.

Yola bakan pencerenin önündeki çekyata oturdum. Karşı duvarda hapishane işi saat, on ikiyi gösteriyor. Uzun uzun bakınca saatteki kız silüetini kendime benzetiyorum. Kirpikleri uzun, burnu, dudakları ve çenesi küçük... Dışarıda soğuk bir hava olmasına rağmen sokak hareketli. Ellerinde poşetlerle şeker toplamaya çıkan çocuklar, tepsilerde kesilen kurban etlerini dağıtmaya çıkmış genelde evin gelinleri ya da genç kızları. İçlerinden biri bizim kapıya doğru yönelecek mi diye büyük bir merak ve sabırsızlıkla bekliyorum. Henüz şeker için gelen birkaç çocuktan başkası olmadı. Olsun, annemin patronu fabrikada iki tane kocaman dana kesip işçilerine dağıtacakmış. Geçen sene de kesmişti, bir ay boyunca doya doya et yemiştik.

Ben hayvanları çok severim. Açık kapı bulduklarında içeri dalıp sağı solu talan eden arsız kedileri bile seviyorum. Kümesten yumurta çalan mahallenin köpeğini, bahçedeki marulları bir bir aşıran köstebeği, ilkbaharda mutfağa çift şeritli yol yapan karıncaları, ceviz ağacına dadanan kargaları, hepsini seviyorum. Geçen yaz kolumu sokan arı öldü diye bile neredeyse ağlayacaktım. Ama et yemek istiyorum.

Kapı vuruldu! Yerimden fırlayıp heyecanla açtım. Aşağı mahalleden İsmet Amca bayramlaşmaya gelmiş. Elindeki poşete takıldı gözüm. İsmet Amca, atmış yaşlarında hiç evlenmemiş, cinayetten yıllarca hapiste yatmış, hastalık derecesince zayıf, koyu renk gözlüklü bir adam. Tek göz bir gecekonduda yaşıyor. Geçimini de eşeğiyle konu komşumun yükünü taşıyarak sağlıyor. Söylentilere göre geçen yaz eşeğin sıpasını kendisine boşa masraf çıkarıyor diye yukarı dereye götürüp orada bir güzel kıtır kıtır kesmiş. Yaz sıcağında akıl almaz kötü bir koku tüm mahalleyi sarıp evlerin içlerine dek doluşunca herkes anladı meseleyi. Mahallede herkes ona korkuyla karışık nefret duyar. Ayakkabılarını çıkarmak için eğilirken elindeki poşeti bana uzattı. O sırada uykusundan uyanan babam da adamı kapıda karşılamak için geldi. Elimde poşetle mutfağa koştum, kalın kabuklu, çekirdekli belli ki, mandalinalar, yer yer çürümüş kırmızı elmalar. İsmet amca da kurban kesip getirecek değil ya, bu da bir şeydir… O sırada, içeriden bir ses,

 “Kızım çay koy hele.”

Yola bakan pencerenin önündeki çekyata oturdum yine. Gözlerim duvardaki saat ile yol arasında gidip geliyor. Saat üç olmuş bile. Zaman beyhude geçen bir ömür gibi fark ettirmeden hızla eriyor. Umudum da zamanla beraber giderek eriyor. Kurban kesenler çoktan dağıtma işini bitirip evlerine çekilmişlerdir. Olsun, annemin patronu fabrikada iki tane kocaman dana kesip işçilere dağıtacakmış. Hem geçen sene de kesmişti. Annem çok güzel yemekler yapacak yine. Benim için evde güzel yemek olması yalnızca karnımın doyması anlamına gelmiyor.

Sokağın başında Güler Teyze’nin küçük oğlu göründü. Adımları bizim kapıya doğru hızlandı. Güler teyze kocasını iş kazasında kaybetti. Dört kız bir erkek çocukla ortada kala kaldı. Kocası neredeyse öldüğü için suçlu çıktı mahkemede. Ne tazminat ne bir şey… Allahtan kızları konfeksiyonda orda burda çalışabilecek yaştalar da kadıncağız kimseye muhtaç olmadan yaşayıp gidiyor. Çocuk daha kapıyı vurmadan açtım kapıyı. Elindeki, ucu gazete kağıdıyla sarılıp tutuşturulmuş, yarısı yağ küçük bir kemik parçasını uzattı, annem size yolladı diyerek. Kafası üç numara tıraşlı, suratı çilli, burnu sümüklü, yaşıtlarına göre daha bodur olan bu sapsarı çocuğa bakarken, ’’Demek Güler teyze bile kurban kesmiş.’’ diye geçirdim içimden. Karşımdaki yetişkin biri olsa aklımdan geçenleri yüzümden bir çırpıda okuyabilirdi herhâlde. Eti mutfağa götürürken arkamdan gelen babam, içimden geçirdiklerimi anlamış gibi benim yerime söylenmeye başladı:

“Ne diye bunu yollamış, kim doyar ki bununla? İnsanla alay eder gibi.”

        

Yoksul yetersizliğini yine yoksuldan çıkarıyordu işte. Oysa bilen bilir, yoksul utancından kimseden bir şey isteyemez, içine çekilir. Haysiyetini dile düşürmez. İki göz odada utancını evlere açar, evine sığınır yoksul.

Yola bakan pencere, mavi ve sarı boncuklarla işlenmiş saat neredeyse altı. Nihayet annem göründü. Elinde iki kocaman pazar çantası var. Yorgunluktan hiç mecali kalmamış, güç bela adım atıyor. Sırtındaki kahverengi pardösünün içinde küçücük görünüyor. Mavi üzerine beyaz çiçekli eşarbını çenesinin altına sıkıca düğümlemiş, beyazlaşmaya yüz tutmuş saçlarının bir kısmı dışarıya fırlamış eşarbının altından. Yüzünde yılların izleri var. Horlanmışlık, yok sayılmışlık. Baba evinde misafir, koca evinde el kızı olan annem. İçimde ona karşı inanılmaz bir acıma duygusu belirdi, gözlerim doldu, burnumun direği sızladı. Keşke omuzundaki tüm yükleri kendi omuzlarıma alabilseydim, keşke ben onun annesi olabilseydim. O ne zaman ağlasa benim de ağlayasım gelir ne zaman gülse gülesim… Tüm bunlara rağmen, bir yanım çantaları düşündükçe hâlâ sevinçli. Bahçe kapısına kadar koşup, karşıladım onu.

“Bayağı et düşmüş senin payına.”       

 “Çantalarda et yok kızım, yıkamak için kirli iş elbiselerimi getirdim.”

“Hani patronun iki tane kocaman dana kesecekti? Hem geçen senede kesmişti.”

“Buralarda değilmiş bu bayram. Geçen hafta ailece Antalya ‘ya tatile gitmişler.”