Bayram sabahıydı. Mezarlığa giden yolda karşılaştık. Aslında hepimizin öldüğü ama birkaçımızın gömülmeye mecbur bırakıldığı yere gidiyorduk ikimiz de. Beyaz bir kamyonetin arkasında birkaç kadın ve ön şoför koltuğunun yanında o oturuyordu. Dışarı baktı, sigarasını yaktı; derin bir iç çekişle üfledi. Yoksullukla yoğrulmuş bir ömrün acı imtihanını üfledi sanki şehre... Keder, kederi alnından öpüyor gibiydi. Çaresizlik çizgileri bir cekete motif olmuş, cep delik cepken delik bir umut kalmıştı geriye. Ruhlarımızdaki sancı çok benziyordu. Hem çok yabancıydık hem çok tanıdık. Benim yaşım onun yaşadıklarının çeyreği kadardı belki... Fakat bir şeyler vardı, anlatsan ağlatan bir şeyler. Cevapsız, yutkunduran...
Şehir bizi her gün aynı acıyla yeniden tanış çıkarıyordu.

"Maraş Maraş derler idi, bu nasıl Maraş?"