Kırıldım.

Dalımdan bir yerden, evimden sürülmüş gibiyim. Annemin çamaşır suyu kokan ellerinden, yorgun bakışından çok uzakta bir yere güvensiz, çiçeksiz, solgun ve yalnız bir dünyaya yol aldım. Adına yetişkinlik diyorlar. Evden çıkarken çöpünü kendi atabildiği için sorumluluk sahibi, taze fasulye pişirebildiği için toplumun bahşettiği sıfatla becerikli bir yetişkin.


Sanki hatırlıyorum, güneş çok parlaktı. Günlerin, toprağın, önümüzde sürdüğümüz topun bile kokusu çalınırdı burnuma. Evde akşam televizyon izlerken saatin tıkırtısı, annemin yarım tepsi keki, babamın koltukta uyuklayışı. O zamanlar bu koca koca insanlar, onların kalpsizlikleri, sevgisiz bakışları, yargıları ve hiçbiri…Yoklardı. Sadece çocuk olabilmenin içime ekilen koşturma hevesiyle ellerimde deliliklerle otururdum kapı eşiğinde.


İlk annem öldü. Çocukluğun o hafif ve uçuşan telaşı, erken yaşta kazanılan beceriksiz bir olgunlukla sandalye değiştirdi. Sonra mahalledeki Efsun teyze, şekerci Cavit amca. Kapı eşiği arkadaşım arabasına bindi ve terk etti koşuşturulan sokakları. Ben halbuki gün aşırı atlanan kırmızı saplı ipimizi gizlice koymuştum yan koltuğuna ki beni unutmasın, bir gün kavuşabilmenin bir alametifarikası olsun bu ip, bizi kaderimizle bağlasın.


Sonra büyüdüm. Büyüdüm ve renkler çürük elma gibi kokmaya başladı. Her sabah burnumun direğini sızlatan çocukluğumun kokusu rüyalarla günaydın diyor bana. Günaydın dünya, “yetişkinlik” büyük bir zırva.