Her çağda çok fazla rastladığımız üzere kadına uygun olan en yegâne rolün ev hanımlığı olduğu düşüncesi ve kadının kendi tercihine, kararına saygı duymayarak onu eve hapsetmek bazı ülkelerde görülen en acı gerçeklerdendir. Bu konuda Hinduizm, Konfüçyüzm, Hristiyanlık, Yahudilik ve İslam ortak bir anlayışa sahip görünürler. Rajasthan'da Metha Bai adında eşi ölmüş genç bir Hindu kadın çocukları ile birlikte açlıktan ölme tehlikesi ile karşı karşıya kalır; çünkü eşinin erkek kardeşi dinsel inançlara aykırı gerekçesiyle Metha'nın çalışmasına izin vermez. Zaten hemen hemen dünyanın her yerinde genel olarak kız çocuklarının iyi bir meslek edinmeleri ailenin ciddi bir kaygısını oluşturmaz. İşte bu nedenledir ki kadının çalışma hakkının dinsel söylem temelinde inkâr edilmesi ve engellenmesi kadınların ölümü ile dinsel söylem arasında ilişki olduğuna işaret eder. Kimi zaman din kadınların ölümü ile doğrudan ilgilidir. Hindistan'da uygulanan Sati geleneği bunu açıkça gösterir. 4 Eylül 1987 tarihinde Rajasthan'ın Deorala kentinde Roop Kanwar adında 18 yaşındaki üniversite öğrencisi kocasının ölümü üzerine canlı canlı kendini yakar. Bazıları Kanwar'ın bunu kendi isteğiyle yaptığını iddia eder, diğer bazıları da baskıyla yaptığını söylerler. Sonrasında Deorala'ya binlerce insan akın eder ve de Kanwar'ın bir tanrıça olduğu söylentisi yayılır. Hatta öyle ki bir süre sonra da mezarı kutsal bir yer haline gelir ve onu ziyaret eden kanser hastalarının iyileştiği iddia edilir. Bu olay çok büyük bir tartışma yaratır ve de çok büyük bir tepkiye neden olur. Hindistan Parlamentosu yeni bir yasa çıkararak Sati uygulamasını yasaklar. Ancak muhafazakâr Hindular bunun üzerine hükümete saldırırlar. Onlara göre, bu yasa tanrı inancı olmayan ve de Kanwar'ın bu cesur eylemini takdir edemeyen Batı'da eğitim almış seküler entelektüellerin ve yönetimin Hindu dininin değerlerine bir saldırısıdır ve şiddetle karşı çıkılmalıdır. Bu karşı çıkışın temelinde yatan düşünce ise dinsel söylemin genel olarak kadını kocasının ölümüyle birlikte ölmüş kabul etmiş olması olduğu söylenebilir. (H. Nur Erkızan Aristoteles’ten Nussbaum’a İnsan/s.109,111) İslami politikaların yaratıcısı olan Ayatollah Mutahari'nin şu sözleri çok çarpıcı: ''Kadının esas görevi evlenmek ve çocuk dünyaya getirmektir. Bu nedenle; kadınların yasa yapma ve karar verme gibi alanlara girmesi engellenmelidir; çünkü kadınlar düşünme yeteneğine sahip olmadıklarından dolayı bu alanlar için gerekli olan yargılama yetkisine sahip olamazlar.''

Taliban ise bugün Afganistan'da kadının dışarıda çalışmasını bütünüyle yasaklamıştır. Bu uygulamalar Batı'da da var olmuştur. Amerika’da 1873 yılında bir kadın hukuk alanında çalışmaktan benzer nedenlerle yasaklanmıştır. Kadının mahkemedeki tanıklığı geçersizdir ve de erkeğe eşit değildir. Tecavüz ve aldatma konusunda kadının tanıklığı geçersizdir. Hindistan'da yaşayan ve nüfusun yaklaşık olarak %3'ünü oluşturan Hristiyanlar arasında da durum aynıdır. 1983 yılında Mary Roy kız çocuklarının mirastan eşit pay almamasına itiraz eder. Ancak yine aynı dini grup içinde bazıları bunun Hristiyanlığa aykırı olduğunu ve Hristiyan değerlerinin yok olmasına yol açacağını söylerler. Kilise de bu görüşü destekler.

Topluma karışarak eğitim almak, çalışarak tecrübe sahibi olmak kadının en doğal hakkıdır. Kadına biçilen roller, onun arzusu dışında verilen kararlar çok yaygın olmakla beraber bunu değiştirmek, değiştirerek geliştirmek toplumun elindedir. Bu durumda olan kadınlarımıza ses olmadıkça onların acılarını paylaşarak azaltmadıkça, bahsettiğimiz koşullara itilmiş kadınlarımızın sayısı azalmaz fakat çoğalır. Kadınlarımız eğitim sayesinde yeşerebilir, bulunduğu koşullara eleştirel bir biçimde bakış açısı geliştirir ve arzusu dışında gelişen her koşulun içinden kendisini çıkarmayı başarabilir. Kadınlarımızın toplumların birçok kesiminde okuması için ayrı bir ekonomik gelir ayrılmamakla beraber aile için herhangi bir kaygı da oluşturmaz. Bu açıdan şu görüşe tekrar dönebiliriz: kadın evinde çalışsın, erkek özgürlükler içinde yaşasın. Kadının okutulmaması, bunun için bir çaba verilmemesi de gösteriyor ki kadınlarımız bir bakıma dört duvar arasında yaşamaya bağımlı hale getiriliyorlar. Topluma karışmaları ve topluma, eğitime, kültüre bağlanmaları için hiçbir çaba harcamayanlar baskı ve zorbalıkla kadınlarımızı oikos'a (ev) bağımlı hale getiriyorlar. Her kadın, her erkek gibi öğrenmeye sorgulamaya, okumaya, tecrübe etmeye, kısıtlanmamaya, izole bir hayat sürdürmemeye muhtaçtır. İnsanların kendi normlarına göre biçtikleri çıkarları için menfaat elde ettikleri uydurulmuş olarak din diye nitelendirdikleri saçmalıklar dillendirilerek, mücadele edilerek aşılabilir. Bu uydurulmuş dinden korkmakta ve uzaklaşmakta son derece haklıyız. Dinsizlikle suçlanarak öldürülen filozoflar, din uygun görmüyor diye çalışamayan bir kadının açlığa mahkum edilmesi, dinde yasak diye şahitlik yapamayan kadınlarımız, her zaman erkekten aşağı itilmiş, bastırılmış, susturulmuş kadınlarımız...

Kadınlarımız toplumun veya yanlış dinsel uygulamalarla dini kullanan, sömüren görüşlere mahkum edilemeyecek kadar değerlidir. İslam’ı kullanarak kadınlarımıza sokağa çıkma, topluma karışma, okuma ve yazma, öğrenme, bilgi sahibi olma yasağı getirenler Kur'an-ı Kerim'in ilk emri "İkra" (Alak Suresi/Ayet: 1-4) ile başlarken ve erkek kız ayrımı yapmazken dini ve İslam'ı kendi tekeli altına almış ahmaklar tarafından ürettikleri anti kadın rolünün hiçbir manası yoktur. İslamiyet’in peygamberi; ''İlim öğrenmek kadın-erkek her müslümana farzdır." (İbn Mace, Mukaddime,17) derken oradaki kadın erkek ayrımı yapmadan telaffuz edilen cümleyi göremeyenler, dünyayı en dar çerçeveden izleyerek hayatlarını sürdürmeye çalışan ve kendilerini herhangi bir din adamı, bilge kişilik olarak tanıtmaktan öteye geçememiş aciz kişilerden başkası değildir. İslamiyet’in peygamberi kız çocuklarının diri diri gömüldüğü bir çağda, kızı Hz. Fatıma'yı Mekke sokaklarında omuzlarının üzerinde taşımış ve bulunduğu cahiliye devrini asr-ı saadet olarak değiştiren bir peygamberdir. Dini bahane ederek İslamiyet'i rota olarak kullanan ama İslam'ın dışında her türlü çirkinlikle uğraşanlar kötülüklerine kılıf aramaktan başka hiçbir şey yapamıyorlardır. Hiçbir din verilmek istenen değeriyle ve mesajıyla gerçek anlamda anlaşılamamıştır. İnsandan insana ve toplumdan topluma değişerek dönüştürülmüş, yeni insani savlar din kisvesi altında kabul ettirilmeye çalışılmıştır.

Sıkıntılarımızı paylaşma noktasında birbirimize son derece yardımcı olmak varken uydurulmuş hadiseleri kendimize yol görmek ahmaklığın göstergesidir.

Hindistan geleneğinden bahsedecek olursak, Hindistan geleneğinde Manu kanunları çok büyük bir öneme sahiptir ve onun Brahma'nın sözleri olduğu kabul edilir. Manu kanunları ise kadını salt cinsellik üzerinden tanımlayarak onları aşağı, fahişe ve çocuk olarak görerek kadınların her bakımdan ama özellikle cinsel bakımdan kontrol edilmesi gerektiğini meşrulaştırır. Böyle bir kavrayış içinden oluşan sosyal ve hukuksal yapının kadının insani saygınlığını tanımasını beklemek olanaksızdır. 1995 yılında Çin'de verilen bir konferansta Batılı feminist filozoflar ile kadın üzerine çalışan Çinli akademisyenlerin bir araya geldiği toplantıda çok sayıda Çinli akademisyen kadını aşağılayan Konfüçyüsçü geleneği sert bir biçimde eleştirirken toplantıya katılan biri, Konfüçyüsçü geleneği sosyal dayanışmaya verdiği değer bakımından savunur. Çinli kadınların neredeyse tamamı buna karşı çıkar, çünkü onlar için Konfüçyüsçü gelenek kadının aşağılanmasının ve güçsüz kılınmasının nedenidir. 1995'lerde politik olarak yükselen kadının evine dönmesi yönündeki çağrıların da temelinde yer alır. Konferansta olanlar karşısında Prof. Dr. Hatice Nur Erkızan'ın soruları çok çarpıcıdır: Çinli kadınlar bu geleneğin neresindeler? Özgürlük ve eşitlik için mücadele eden insan için gelenek nedir? Çinli kadınlar için özgürlük ve eşitlik fazla bir şey mi? İnsan neden içine doğduğu kültürün, geleneğin, ırkın, dinin, değerlerin ve her türden normların kölesi olsun? İnsan neden tüm insanların insan olmak bakımından eşit ve saygıdeğer olduğu düşüncesine katılamasın?

Herkesin sıkıntılarını paylaşmak noktasında Kwame Anthony Appiah'ın söyledikleri oldukça önemlidir: "Biz problemlerimizi özel bir durumdan ortaya çıkan insani problemler olarak gördüğümüz zaman çözebiliriz; biz onları Afrikalının problemleri olarak, bir biçimde öteki olmaktan kaynaklanan problemler olarak gördüğümüzde çözemeyiz." Bununla ilgili olarak Nussbaum'un insanı da son derece önemlidir: "kendini kendine kapatan, kendini başkalarına kapatan bir birey değil tam tersine kendisi olarak başkaları ile yeşeren ama her zaman kendini tözsel olarak duyan bir bireydir." İnsana olan saygı ön planda olmalıdır. İnsana saygıyı ön koşul kabul edersek insana insan olduğu için değer vermeyi kabul etmiş oluruz. Tüm insanlar eşittir; siyahi, beyaz, zengin, fakir, köylü, erkek ve kadın olarak ayırmamız son derece yanlıştır. Bu eşitliğin temelinde onların insan olmaları bulunur ki bu da yeterli bir gerekçedir. Her insan, insan olduğu için saygıyı hak eder. Bu bağlamda şu cümleler çok önemlidir: "İnsan ve kadın olma arasına aşılamaz uçurumlar inşa edilmiştir. Kadın ve insan olma cehennem ve cennet gibi birbirlerinin karşısına konmuştur."(H. Nur. Erkızan Aristoteles’ten Nussbaum’a İnsan/S.129-134)

Bir toplumda saygı bittiği zaman o toplumda ahlak, din, bilim gelişmez olduğu gibi insanlık da gelişmez. İnsan olmuş bitmiş bir varlık değildir. İnsan hep oluş içerisinde olan bir varlıktır. İnsan kendisini geliştirerek hayatın her alanında bir şey olur. Bu sayede insan kendini gerçekleştirme sorumluluğu verilmiş olan tek varlıktır. Bilinci ve aklı sayesinde. Fakat insan, insan olmanın bilincine ulaşamamıştır ve bu bakımdan dünyada en zor şey insan olmaktır. Bu bağlamda kadınları erkeklere bağımlı hale getirenler, getirmeye çalışanlar, kadınların düşünme yetilerini ellerinden alanlar insan olmayı tamamlayamamış varlıklardır. Bu şekilde kontrol etme ve belirleyiciliği elinde bulundurma durumunda olanlar, bu özelliklerini kadınlara uygulayanlar patolojik narsisttir. (H. Nur Erkızan Aristoteles’ten Nussbaum’a İnsan/ S.156,157) Patolojik narsizm; kişinin kendini her türlü talihsizliğin dışında görmesi ve her şeye egemen olabileceğini düşünmesidir. Aristoteles'te patolojik insan modelini hiç acı çekmeyeceğini düşünen ve kendisinden başka hiç kimse için merhamet duymayan insan olarak tanımlar. Bu bağlamda cinsiyetçilik yapanların, yapıldığında göz yumanların, kontrolü elinde tutarak kısıtlayanların, belirleyici olarak kendisi dışında hiçbir şeyi kabul etmeyenlerin bu tanım dışında var olmaları mümkün müdür?



***Fotoğraftaki günümüz kadın filozofu Martha Nussbaum'dur.




KAYNAKÇA:

1)H.N.Erkızan Aristoteles’ten Nussbaum’a İnsan

2)Kur’an-ı Kerim Alak Suresi/Ayet: 1-4

3) İbn Mace, Mukaddime,17.

4)Arkhe-Logos Felsefe Dergisi 4.sayısı 2017/Nussbaum Özel Sayısı

5)Dinler Tarihi 101- Peter Archer/Çeviren: Simge Kaytan/Say yayınları