Kireçburnu taraflarında, gözlerim iki yaka arasına dikilmiş bir vaziyette otururken yanıma benden on, bilemediniz on beş yaş küçük bir genç yaklaştı. Gerçi ben de genç sayılırdım. Ne de olsa evli değildim ve çocuğum da yoktu. Durum böyle olunca yaşın bir önemi kalmıyordu. En nihâyetinde yaşlanmış herkes evli ve çoluk çocuk sahibi insanlar değiller miydi? Neyse.

           -“Abla ben bir şey soracaktım eğer şeyse.” Dedi sarımtırak ütülü bir gömlekle ve sola taranmış saçlarıyla karşımda dikilen çocuk.

           -“Eğer neyse?” Dedim biraz alaylı ama ciddi bir sesle.

           Çocuk biraz çekindi, iki elini önünde birleştirdi. Bu hareketi yaparken sağ elinin iki parmağıyla tuttuğu küçük saman kâğıdı tıpkı karşımdaki genç gibi eğildi, büküldü.

            -“Ben birini arıyorum, ardından İstanbullara kadar geldim. O da buralardaymış. Haberini aldım. Ben bilmem etmem şehir filan. Buralara kadar geldim ama yer bilmem gök bilmem öyle sora sora...”

           Genç art arda cümlelerini sıralamaya başlarken ortasında oturduğum bankta sağıma doğru kaydım. Gözleri solumdaki boşluğa ilişti.

           -“Gel bakalım otur da öyle anlat. Hikâyen var gibi.”

            Başını aşağı yukarı sallamasını hafif bir tebessümle taçlandırarak yanıma oturdu. Ellerini iki bacağının arasına sıkıştırdı ama yine de bacaklarının titremesine bir çare bulamamışa benziyordu.

           -“Kimmiş bakalım bu aradığın kişi?” Dedim aşağı yukarı gidip gelen bacaklara bakarak.

           -“Kız kardeşim.”

           -“Kız kardeşinin nerede olduğunu bilmiyor musun?” Dedim inanmadığımı belli etmek için. “Sevdiğin falan olmasın?”

           -“Yok abla, valla. Sevdiğim filan değil gerçekten kız kardeşim.”

           -“En son ne zaman gördün?”

           -“Abla ben şimdi seni böyle meşgul etmek istemem.” Gözlerini kısaca üzerimde gezdirdikten sonra başını eğip bilekte biten deri botlarıma sabitledi. “Yani şimdi siz böyle tahsili yüksek birine benziyonuz, işiniz gücünüz de ona göredir.”

           Evet, yaklaşık yarım saat önce istifa ettiğim işim gerçekten de ona göreydi.

           -“Yok benim işim falan, anlat sen.”

           Derin bir nefes alıp verdikten sonra omuzlarını yere indirdi. Ağzını genişçe açarak ağır ağır konuşmaya başladı:

           -“Ben birini öldürdüm.” Dedi gözünün ucuyla gözlerime bakarken. Ben de ona doğru kafamı hafifçe çevirmiş, gözlerimi en sola itekleyerek bakıyordum. Gözlerimiz birbiriyle kesişince nedendir bilmem hiç ürpermedim bile. Çocuğun gözleri ardındaki üzüntüyü sanki görünmeyen bir ip varmış da o ip, acıyı yüreğime taşıyormuş gibi hissettiğim içindir belki de.

           -“Kimi?” Diye sordum sesimde hiçbir duyguyu barındırmamaya dikkat ederek.

           -“Üvey babam. Yani anamın ikinci kocası.”

           -“Onu anladım. Neden öldürdün?”

           -“Anama çok eziyet ederdi. Zaten anam da onunla isteyerek evlenmedi. Babam çok iyi biriydi. Benim kendi babam yani. Babam kükürtte çalışırdı. Rahmetli hasta oldu öldü sonra. Anam dul kaldı tabii. Babası bizi evine kabul etti ama anamın da bizim de burnumuzdan getirdi. En son anama ona nazaran yaşlı biri talip oldu. Didem bu dulu alan olmaz diye bir dönüm tarlaya değişti anamı. Biz de kardeşimle arada kaynadık tabii. Anamı da bizi de işçi gibi kullandı anlıcan. Dayak desen işkence desen sürüyle. Kız kardeşime davranışları da hiç hayra alamet değildi. Bir gün...”

           -“Neyse, dur tahmin ettim gerisini.” Dedim hızla irkilerek.

           -“O gün mü öldürdün?”

           -“Evet.” Dedi boğuk bir sesle.

           -“Sonra n’oldu?”

           -“Ben mahpusa düştüm tabii. 5 yıl yattım orda. Kardeşim, adı Sevim. Okuması yazması iyidir onun. Zamanında babam sağ olsun ikimizi de okuttu. Bana mektup yazar yazar yollardı. Köyde ne oldu ne bitti her bir şeyi anlatırdı. 5 ay oldu mu bilmem, bu sefer mektup anamdandı. Köydeki bakkal onun yeğeni olur ona yazdırmış. Sevim İstanbul’a gitmeye tutturmuş. Hem çalışacakmış hem de okul yarım kaldı tabii onu okuyacakmış. Anama seni de yanıma alırım demiş öyle ikna etmiş kadıncağızı. Gel gör ki abla 5 aydır ne ses var ne de seda. Gerçi 5 ay demeyim ilk geldiğinde anama mektup yazmış. Çalıştığı lokantayı söylemiş. Yol yok, telefon yok, bi’ şey yok. Tek başına nasıl geldi buraya düşünüp duruyorum.”

           Çok heyecanlanmıştım. Çocuk hemen her şeyi anlatsın istiyordum.

           -“E gittin mi lokantaya? Orada değil miymiş?”

           Hâlâ elinde tuttuğu kâğıdı bir hışımla aldım. Kâğıtta lokantanın adı yazıyordu.

           -“Bildim burayı.” Dedim. “Yazarım ben. Dergide yazı yazıyorum. Yayınevinin yakınlarında burası. Sık sık giderdik mesai arkadaşlarımla. Görmüşümdür belki kardeşini.”

           Genç adamın birden gözleri büyüdü. Yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşti.

           -“Sahiden görmüş müsündür abla? Tarif etsem gözünün önüne düşer mi? Seni bana Allah gönderdi.”

           -“Anlat sen, belki düşer.”

           -“Kardeşimi nasıl anlatsam, yani hatıramdan silindi biraz. Daha yeni çıktım da ben. En son 2 yıl önce görmeye gelmişti beni dayımla. Böyle siyah düz saçlı. Beyaz tenli. Kaşları da simsiyah ince çatık. Dişleri düzgün ağzı geniş...”

           Gerçekten de anımsamıştım. O kız mutfakta çalışıyordu. Arada tezgâha gelip gidişinden görüyordum kızı.

           -“Evet, gerçekten de anımsadım. Bir ara mutfakta çalışırken görüyordum. Sonra hiç görmedim ama. Sana ne dedi lokantadakiler?”

           -“Abla dediğin gibi mutfakta çalışmış. Bazı zamanları da garsonluk paspas işi filan yapmış işte. Sonra oraya bi’ adam gelmiş böyle kırklarında. Sonra birkaç daha gelmiş. Hep Sevim’le konuşmuş konuşmuş gitmiş. Az zaman sonra da Sevim çıkmış lokantadan.”

           -“Nasıl biriymiş bu adam sordun mu?”

           -“Sordum abla sormaz mıyım? Böyle takım elbiseli filan. Ama yanlış anlama tahsilli biri gibi değilmiş, kabadayı gibiymiş. Kardeşini burada arama mekânlarda ara dediler. Mekân nasıl mekân anlamadım işte. Yerini filan da bilmem ben sana asıl bunu soracaktım da kusura bakma abla seni de tuttum.”

           Derince yutkundum. Boğazımdan geçen her bir damla tükürük, değdiği her yeri alev alev yaktı sanki. O an gözlerimin dolmaması için okyanusların kurumasına bile razı gelecektim. Anı kurtarmak isteyerek bilmezden geldim ve bencilce davrandım.

           -“Bak sana ne diyeceğim.” Postacı çantamı açıp içerisinden kalemi ve kâğıdı çıkardım. “Benim plak dükkânı olan bir arkadaşım var. Plak ve kaset satıyor. Onun çevresi epey geniştir. Mekândan falan anlar o. Dükkânında telefon da var. Varsa yakının arar durumunu bildirirsin falan işte. Sana onun adresini yazacağım. Yolu tarif de ederim. Hatırlayamadığın yerde adresi birine sorar öğrenirsin. Olur mu?”

           -“Estağfurullah abla olur tabii olmaz mı? Sağ olasın Allah senden razı olsun.”

           Kâğıda adresi yazıp çocuğa uzattım. Çocuk önce göz ucuyla kâğıda göz attı, sonra yol tarifimi dinledi. Minnet dolu bir şekilde ayağa kalktı, ellerini önünde birleştirerek hafifçe eğildi.

           -“Abla çok sağ ol. Hakkını helal et olur mu?”

           -“Ne demek. Umarım bulursun kardeşini. Tanrı sizinle olsun hep.” Dedim gülümsemeye çalışarak. Kardeşine olanları az buçuk tahmin ediyordum. Tanrı şimdiye kadar yanlarında olmamış, bu belli bir şeydi. Belki sonrasında olur diye içimden geçirmekle yetindim.

           Çocuk başını hafifçe salladı, anlattığım yöne doğru yürümeye başladı. Biraz uzaklaştıktan sonra aniden durdu. Biraz bekledi. Baktığı yöne baktım, ileride bir kız. Saçları belinde, irice dalgalı yapılmış ama darmadağın olmuş. Üzerinde mini bir elbise ve topukluları elinde tutuyor. İçimden “Ne olur Sevim olmasın,” diye sayıkladığımı hatırlıyorum. Tabii sayıklamam pek işe yaramamış olacak ki adını bilmediğim, ama hayatını dinlediğim çocuk birden seslendi.

           -“Sevim?”

           Kız birden başını çocuğa doğru çevirdi. Uzaktan anlayabildiğim kadarıyla ağlamış, o güzel tenini örten makyajı akmıştı. Gözlerindeki hüzün ve bakışların altında yatan binlerce sebep, cellat olup üzerine görünmeyen bir hırka gibi giydirilmişti. O bakış bana kardeşimi hatırlatmıştı. Kardeşim de bana böyle bakmıştı bir keresinde.

Son kez baktığını bilmeden.

           -“Abim sen misin?” Diye bağırdı çocuk.

           Kız olduğu yerde yalpaladı. Önce arkasına baktı, eliyle saçlarını birbirine biraz daha karıştırdı. Sonra eteğini biraz çekiştirdi. Bu sırada çocuk da ona doğru yürümeye başladı.

           -“Sevim, abim. Benim Yılmaz.” Hem seslenmeye hem de kıza doğru yürümeye devam etti Yılmaz. Bu an bana kaderin var olduğunu ispat etmişti sanki. Şimdiye kadar işime gelmeyen her şeyi tesadüf olarak açıklayan ben, bu düşüncemin ne kadar aptalca olduğuna inanmaya başlamıştı. Evet, hayatta tesadüfler olabilirdi ama bu, o tesadüflerden biri değildi. Hayat bu çocuklara ağır kamçılarını vurmuştu. Sonra acımış mıydı yoksa Tanrı mı müdahale etmek istemişti bilmiyorum ama... Her şey ve herkes, burada denk gelmişti son kez acımak için.

           -“Abi… Abi gelme n’olur git git! Çok utanıyom ben senden.”

           Yılmaz Sevim’in ağlamaktan kesik kesik çıkan sesine bir saniye bile aldırış etmedi. Belki yirmi, belki otuz adımda ulaştı kardeşinin yanına. Kocaman açtı kollarını ve göğsüne hapsetti kardeşini. İkisi de son kez acımışlardı bundan eminim. Sevim de son kez utanmıştı abisinden.

           Yılmaz kardeşinin o halini orada öldürmüştü hiç var olmamış gibi. Sevim de kendini öldürmüştü yeniden doğmak için. Ortada bir ceset, iki katil vardı. Bir de yeni doğmuş bir kız.

           O gün biz; Yılmaz, Sevim ve ben denk gelmiştik. Bu öylesine bir denk geliş değildi ve değil olmaya devam edecekti. O gün üçümüzün de hayatı, eskiden kurtulmak için kesişmişti.