Afalladım, şaşkınım.
Dünyanın en uzun rüyasından uyandım adeta. Beni sadece gözlerim kapalıyken ziyaret etmelerine alışkındım ya, bu kez farklıydı işte. İçine her şeyi sıkıştırdığım kocaman bir rüya.
Yedi yaşında gördüm seni, bense ondum.
Aynı mahallenin bakkalından ekmek alıyorduk sabahları. Annem bakkala gönderdiği zaman bahanelerle savsaklayarak senin çıkmanı bekliyordum önce. Ya da dışarıda oyalanarak ille de seni görmeyi bekliyordum.
Zemin kattaki evimizin salon penceresinden üçüncü kattaki eviniz ve odan görünüyordu.
Çenemi ellerime koyup yıldızları izliyor gibi yaparak camı açmanı, camı kapamanı beklerdim her gece.
İki saniye görmek için iki saat boynum tutulurdu bazen.
Sonra arkadaş olduk.
Selim'in evinin arka bahçesinde yakar top oynarken mahalle çocukları ile.
Herkes oradaydı, gözlerimse sadece seni görüyordu.
Mutlu ol diye topu kucağına atıverirdim.
İncinme diye vurmaya da çalışmazdım.
Topu kavrayıverdikten sonra dünyanın o adeta en güzel manzarası gülümseme yüzünde belirirdi ya dünyalar benim olurdu.
Bunu sezerdin belki ya bilmem.
Saklambaç oynarken sen de bana kıyak geçer, beni bulunca işaret parmağını ağzına götürür, şşştt yapardın, döner, giderdin.
Böyle teşekkür ederdin belki de.
Aramızdaki gizli bir anlaşma gibiydi bu küçük oyunlar.
Asla da konuşmazdık bunlar üzerine, asla sormadık birbirimize neden kıyak geçtiğimizi. Sanki büyüsü bozulacaktı bir şeylerin söze dökersek.
Sınıfımdan kaçıp sınıfının camına gider, seni izlerdim bazen de usulca.
Beni gördüğünde yüzün ay çiçeği gibi açılır, kocaman gözlerle çaktırmadan gülümserdin.
Bir kere bu gülümsemeni öğretmenin görmüştü de kızmıştı sana.
Önce hemen başımı eğip saklanmış sonra kıyamamıştım.
Koşa koşa sınıfına gelip "Öğretmenim, onun hatası yok, ben camda yaramazlık yapıyordum." demiştim.
Bir kere de bakkal dönüşü sana rastlamış, tam kırk beş dakika seninle oyalanmıştım da annemden azar yemiştim.
Gitti sandığım sense kapıda durup dinlemiş, sonra pat diye içeri dalıp "Teyze, o bir şey yapmadı, ben lafa tuttum da ondan geç kaldı." demiş, annemden özür dilemiştin.
Hiç kıyamazdık birbirimize.
Yalanlarımız asla bir diğerine olmazdı, hep başkalarına, hep birbirimizi korumak için. Bu da sanki diğer bir anlaşmaydı aramızda.
Sonra yaz tatili geldi ve bir gün gidiverdin.
İstemedin biliyorum, hiç istemedin gitmek ama gittin.
Bir gün gelip biz gidiyoruz dedin, ertesi gün gittin.
Nasıl, neden, gitme dedim ama gittin.
Nasıl da ağlamıştık salya sümük.
"Her pazartesi mektup yazar, çarşıdaki postaneye gönderirim." demiştin.
"Üzülme, hele bir gideyim, adresimi de yazarım, yine buluşuruz." demiştin.
Benden üç yaş küçük sen beni üç saat teselli etmiştin.
Zaten aramızda duygusal bir aptal olan hep ben olmuştum.
Sense hep olgun ve mantıklı.
Küçücük bedeninde ne de kocaman bir kalbin vardı.
O kalbi ne kadar çok sevdiysem babandan da o kadar nefret etmiştim seni alıp götürdü diye.
Hiç gitmek istemedin, biliyorum.
Arabanın camından gözlerin yaşlı, yüzündeki yine o kocaman gülümsemenle el sallamıştın.
Ama buruk bir gülümsemeydi bu kez; acılı, mahzun.
Bense kalakalmıştım sokağın ortasında.
Elimi kaldırmaya gücüm yoktu sanki, kaldıramadım.
Sen gözden kaybolana kadar öylece dikilmiş, sonra yolun kenarında oturup ağlamıştım dakikalarca.
Annem gelip de "Ne oldu?" diye sorana kadar, sanki bilmiyormuş gibi.
Pazartesiyi iple çekmiştim, mektup yoktu.
Postacı amca "Hemen gelmez yavrum, bu gün gönderdiyse üç dört güne ancak gelir." demişti.
Dayanamadım, salı da gittim, yoktu.
Çarşamba yoktu.
Perşembe yoktu.
Okula gitmeden önce ve okuldan çıktıktan sonra her gün gittim, hep gittim.
Herkese posta vardı, bana yoktu.
Günlerce gittim, haftalarca gittim, hiç mektup yoktu.
Önceleri kendimi teselli ettim, "Bir aksilik çıkmıştır." dedim, "Bir şey olmuştur da gönderememiştir."
Sonraları kendime kızmaya başladım, "Ne bekliyordun ki?" dedim, "Kim bilir ne arkadaşlar bulmuştur orada, seni mi düşünecekti?" dedim.
Sana da kızdım, "Vefasız." dedim, "Unutu." dedim.
Sonra sana kızdığım için kendime yine kızdım, "Ne hakkın var böyle kötü düşünmeye onun hakkında?" dedim.
Ne çok acıtırdı ama.
Ne çok yanardı canım.
Dört ay her gün postaneye gidip geldikten sonra seyrekleşti ziyaretlerim.
11 yaşıma bastım, hâlâ mektup yoktu.
Mektup yazarsın, telefon numarası verirsin de seni ararım diye telefon almak için biriktirdiğim paraları kumbaramla birlikte yaktım bir akşam Selimlerin arka bahçesinde.
Artık vazgeçmiştim, unutacaktım.
Sonra bir gün çat kapı annenle baban geldi.
Okuldan geliyordum, arabanızı sokağın başında görmüş, eve kadar koşa koşa takip edip kan ter içinde kalmıştım.
Baban çıktı ilk önce, sonra annen, sen çıkmadın o arabadan.
Bir dakikalığına dünyanın en mutlu çocuğuyken bir anda gözlerim doldu.
İçime bir şey saplandı sanki, kalbim atmayı, beynim düşünmeyi bıraktı.
Oraya yığılıvermek istedim.
Annen annemin kulağına bir şeyler fısıldadı.
Annem, "Oğlum biraz oyna dışarıda." dedi, içeri girdiler.
Tam kırk beş dakika sonra çıktılar.
Baban başımı okşadı, elime bir zarf verdi.
Annen öptü yanağımdan, "Hoşça kal çocuğum." dedi ve gittiler.
Annem anlattı, daha gitmeden hazırlamışsın bir beyaz kağıtla bir zarf.
Bir de kocaman gülümsediğin bir fotoğrafın.
Arabadayken yazmaya başlamışsın:
"Canım arkadaşım, en iyi arkadaşım, her şeyim!
Keşke gitmek zorunda olmasaydım, ya da sen de bizimle gelebilseydin.
Ama bazen her şey istediğimiz gibi olmuyor."
Küçücük bedenine sıkışmış kocaman kalbinden yine ne de kocaman laflar dökülmüştü.
"Şimdi çok yorgun hissediyorum, biraz uyuyayım, yol uzun, uyanınca devam edeceğim yazmaya. Ama sen şimdiden kendine iyi bak. Gözlerinden öpüyorum, bir saatliğine hoşça kal. Not: Hiç söylemedim ama, seni çok seviyorum."
Mektup bitmişti burada ve zarfın içinden resmin de çıkmıştı, o ne güzel bir fotoğraftı, o ne masum bir yüz, o ne sıcak bir gülümseme.
O ne güzel bir cümle, SENİ ÇOK SEVİYORUM. Çok mutluydum.
Hemen yazmalıydım.
Kafamı kaldırmamla mutluluğumun gölgelenmesi bir oldu.
Annem dopdolu gözlerle bana bakıyordu.
"Ne oldu anne?" dedim, ne olduğunu biliyordu ya da nasıl anlatacağını bulamıyordu.
On bir yaşındaydım be, anlamadım, anlayamadım işte.
Dört küsUr ay sonra anne babanın eliyle gelen yarım bir mektuptan ne anlamam gerektiğini bilecek kadar büyük veya zeki değildim belli ki.
Söyledi işte annem sonunda.
Uyumuşsun, baban bir anlık dalgınlıkla kaza yapmış.
Haftalarca hastanede yatmışsın, gözlerin kapalı, ağzında bir hortum.
Sonunda veda etmişsin hayata, asla bir daha açılmamış gözlerin.
Aylar sonra çantanda bulmuş annen beyaz zarfın içindeki yarım mektubunla kocaman gülümsemeli fotoğrafını.
Ağlamış, çok ağlamışlar.
Ben burada ağlarken, sen bizi terk etmişken, ailen de orada ağlıyormuş meğer.
Sonunda gelmeye, getirmeye karar vermişler, "Artık beklemesin çocuk." demişler.
Gitmiştin, yoktun, asla gelmeyecektin.
Haykırmak, gırtlağım parçalanana kadar haykırmak istiyordum.
Yılkı atları gibi çatlayana kadar koşmak.
Dar geliyordu o ev, o mahalle, o şehir ve bu kocaman dünya dar geliyordu on bir yaşındaki bıldırcın bedenime.
Seni o hastane odasında yaşama tutunmaya çalışırken hayal ediyor, hakkındaki düşüncelerimden, seni vefasızlıkla suçlayan beynimden utanıyordum.
Seni bir daha asla göremeyeceğimi düşünüp her bir gözüme bir tornavida saplamak istiyordum.
Senden öyle çok utanıyordum, kendimden o kadar fazla nefret ediyordum ki...
Seni öyle çok özlüyordum, yanımda olmanı öyle çok istiyordum ki...
Minik kalbimin dayanabileceğinden o kadar fazlaydı ki bu duygu bombardımanı.
Gitmiş olduğunu, bir daha hiç gelmeyecek olduğunu düşündükçe ben de gitmek, yok olmak, hiç var olmamış olmak istiyordum.
Babam ava giderdi sık sık.
Yatak odasında, yatağın baş ucunda dururdu av tüfeği.
"Sakın tüfeğe dokunma." diye tembihlerdi zaman zaman.
O gece ilk defa çıktım bu sözünden.
Aldım onu, dayadım şakağıma
"Haklısın." dedim, "Haklısın, bir dahaki görüşmemizde artık hiç ayrılmayacağız."
Sana geliyordum. Sana gelmekten başka hiçbir şey istemiyordum.
Ama yapmadım. Korkumdan değil inan. Utancım, pişmanlığım öyle büyüktü ki, suçum öyle ağırdı ki bir kurşun, hızlı bir ölüm çok basit bir ceza olurdu.
Yapmadım, kıymadım canıma, aksine kıyamete kadar yaşamayı diledim, sensiz, sevgisiz, kimsesiz, pişmanlıkla, acıyla geçen upuzun bir ömür. Hak ettiğim ceza bu olurdu ancak.
Senin canını Azrail aldı, benimkini kıyamet almalıydı. Ancak cezamı çektikten sonra, ancak yeterince acı çektikten sonra sana başım dik bir 'merhaba' diyebilirdim.
72 yaşındayım şimdi.
Tam 61 yıldır senden başka kimseyle konuşmadım, tek bir kelime etmedim kimseye. Sadece seninle, sadece sana. Duydun mu bilmem, umarım duymuşsundur. Şimdilerde artık yaşamımın sonuna yaklaştığımı hissediyorum. Neşeliyim, az kaldı sanki.
Mahcup bir gülümsemeyle o ay yüzüne bakıp "Ben geldim, affet beni." demek için çırpınıyorum.
Kalabildiğim kadar kaldım o trende, son durağa geldim artık, gidecek başkaca bir yerim kalmadı, sana geldim sonunda.
Affet beni.
Acımı çektim de geldim, kendimi müebbet bir cezaya mahkum ettim de geldim.
Affet beni.
Çok özledim seni, tam bir ömür seni özledim de geldim.
Affet beni.