Denizli'ye geldik.

kanıyoruz. 

vefat edenler, evinden olanlar, biraz kaybolanlar, aklını yitirenler 

ve benim gibi kendini izole edip sigaranın yüzüne alışmaya

çalışanlar var. 


Komünistlerle girdiğim dans, güneşten uzak, Rabb'e yakın. 

bir kişinin esir, göçük altında olduğu bu ülke de hür değilim. 

Olmamalıyım da. 


belki bunun gölgesinde yaşayamam ağırlığından 

ve hani bibertiyorumdur 

Fakat bu felaketler beni uzaklaştırıyorsa Hakk'tan, iyi birisi değilim. 

el âlem ne deyip durursa dursun.


Daha ne kadar devam edilebilir, nasıl edilir veya edilmeli mi düşünmek istemiyorum. Şubat geldiğinde el ve ayaklarım yerinde duramıyor, zihnimdeki tilkilerle koşuşup duruyordum. Külüstür masamın üstüne yapıştırdığım notlar, verimlilik almaya çalışma çabam ve bünyemi ayakta tuttuğunu iddia edip kalbimi motora bağlayıp beni, peri kızlarının halüsinasyonuyla donatan kristaller, ayrıca şahsım.


Sonra aniden bunlar yok oldu. Midem çalkalandı, annem ve kardeşlerim de çalkalanıyordu. Anlam veremedim. Benim zihnim, dünyam, bedenim onlara da mı geçmişti? Evi sallayan, mahallenin analarını ağlatan şey neydi? Ağzımdan düşmeyen şehadet, üzerime almayı akıl edemediğim mont ve yaşlım. Sevmesem dahi içimdeki kurtarma duygusu fakat aslında bana gerek olmadığı, sadece onlara korkuyla acı verdiğim gerçeğinin farkına varmamdan oluşan fazlalık hissiyle dolup taşmıştım. Diğerleri iniyor merdivenden, ayakkabımı bile göremiyorum, sabahında milleti sakinleştirmeye çalışan benin şimdi gözleri ağlıyor, tir tir titriyordu. Benim gibi huyunun kurumasını söyleyen diğer halam kızı, bağırmaktan sesi duyulmayan annem ve halıyla inen yaşlım. İndik, indik ama kalbimiz, ödüm dedikleri şey, kulaklarımız da çınlayan gümbürtü, ağlayanlar ve çağlayanlarla dolu etrafımızın ahvali... Anlatması zor.


Oradan nasıl gittik, hinata'yı, canımdan esirgemediğim sözde kitapları nasıl bir vaziyette bıraktık anımsayamıyorum. Krizim bitmişti. Nefes alabiliyordum fakat aldığım nefes başkasına haramdı, tutmak istesem de onu içimdeki yaşamak arzusuyla hamd bekletti beni. Abdest almak için sobanın üstüne koyduğumuz kar o ateşin sonu oldu mu, ocaktaki çay söndü mü bilmiyorum. Büyükler, onlar olmasaydı benim ya da diğer benim gibi olanların yapması gereken şeyleri yaptıklarını söylüyorlardı ve gidiyorduk hâlâ bir yere. Arıyor, arıyor ulaşamıyordum. Derdim olan babamı özlüyor, Niye lanet işe gittiğini anlamaya çalışıyordum ki aklıma birkaç kelime geldi, ufkumu açıp iki üç dakika donduran kelimeler: imtihan, görev, ölüm, yaşam, el-hamd.


Kız kardeşim, ablam, küçüğüm. Ağlamaktan heder olmuş gözleri, dizlerine kadar yapışmış kardan çamur, hepimizi ağlatmaya yetecek nidasıyla karşımızdaydı. Ah dedim bir an, Ah. Onca şeyden sonra ağzımdan çıkan ilk şey amansız bir ah. İnmişiz yola, köpeklerle bir yerimiz. Altımızda battaniye üstünde biz ve o güzelim köpekler. Ana babaların çocukları için yaptığı şeylerin bize de geçtiğini fark ettim o gün. Benden küçüklere ve yaşlıma ettiğim hizmet, bu zamana kadar yaptığım en iyiliklerdendir. Sanırım.


akraba ilişkileri de bu vakitler de pek yardımcı(!) oluyormuş. Yılları aşkın çehresini görmediğim hala ve oğulları ve de kızı bizi aldı. 16'ma kadar kaldığım yurdumdan ilk çıkışım. Üstelik 18-20 saatlik yol fakat mutluyuz da. Kurtulduk diyoruz kimin kurtardığını hatırlamadan. İki saatten fazla oturamadığım o koltuklarda uyuduğumda da anladım ve düşünmekten ağladım.

Sonra geldik garip, yabancıya. Hemencecik unuttuğumuz da ve gülümsediklerinde insanlar kafamı koparacaktım. Enkazın altında kalmadım lâkin öyle gibiydim, yine de bilmiyorum ne kendimi ne başkasını. Şimdiyse burada bir ev, bir okul, bir yer bulduk ve hâlâ atlattığımıza inanamıyorum. Kalanların acısı acıma acı katıyor, gidenlerin de bittabi.


Kıskançlıktan, aşktan, siyasetten, gülüp ağlamaktan daha ehemmiyeti olan fakat bunlar olmazsa da devam edemeyeceğimizi hatırlatan başka şeyler var. Doğal afet, soykırım her ne olursa... Bunca şeyi atlatıp şükürsüzlükten mi umursamazlıktan mı böyle oldu diye ahmakça bir sebep aramaya hacet yok. Ancak çözemiyoruz. Sözde afet durakladı, insanlar devam ediyor ve bende keza biçimde. En fazla da buna yanıyor içim, şu milliyetçi ruhun nereye gitti, imanın nereye gitti diyorum kendime. Odanın birinde gün sayıyorum, ağzımı bıçak açıyor ama açmadığı ekseriyet. Çakışsa da fikirler ve yıkılsa da dostluklar yardımı bırakmamalıyız. ilk 10 günüm cehennemdi ancak yaşadım. Yaşamayı isteyen milyonlarca hücrem ve insan varken kendimi gebertmemin absürtlüğüyle doyumsuzluğum affedilemez.


Sığındığım tek liman Allah (c.c). Ve o; yardımını esirgeyen, gururuyla parası pek önemli aptal ölümlü olan insanoğlundan çokça kudretlidir şüphesiz. Bir insana bağlanıp onun eteğinin dibinden ayrılmamayı istesek bile illaki bir gün ayrılıp kahrından bittiğimizi sanacağız. Bunca kedere değer mi? Elimizde olmasa dahi bazı şeyleri kabullenip değiştirmeye çalışabiliriz.

demirden yapılma masayı indirdim odalardan birine, ellerime pas bulaşmadan dezenfekte etmeyi de unutmadım demek ki hâlâ seviyorum şu canı. Üzerine ömrüm boyu süren kederle neşemi paylaşan heykeli koydum, gördükçe hatırıma sokuyorum. Mart geldi, sonu da gelecek. Ramazan'a huzurla, bölünmeden, dilimizi tutarak girmeyi istiyorum. Bir de hayal kurabilmeyi. Hiçbir şey için geç değildir demek güç bu kriz anlarında ancak gücünüzü tutabiliyor musunuz avuçlarınızda? Cevaplamak zor. Ayrıca bunu niçin yazdığımı da bilmiyorum. Kızgınlığımdan, yorulmuşluğumdan, sancımdan, devletten, sevgimden, neşemden, ölümlerden ve yaşamdan. Şikayet ettiğim yok, sadece yazmadan edemiyordum ve iki cümle bile yazsam elemim sakinleşecekti. Gitmeden yazmak hakkım, gideceksem de hakkım ve gitmiyorsam da. Gitmenin ne olduğunu bilsem de cesaretimi yutmuşlar.


Paramız varsa paramız olsun, duamız var dualarımız bir olsun. Rabb'im esirger, hayırlısını verir inşallah. Teslim oluyorsak buna olalım. 17 olmadan ya velût ya bedrûd, bize bakar pencereden.