Üstündeki hantallığı güne başlamadan uzaklaştırmak için suyun altına attı kendini, dolaptan yeni çıkmış yumurtasını cezveye bıraktıktan hemen sonra. Çatlamasınlar diye bir tutam tuz atmayı da ihmal etmedi. Duştan çıktığında evde kendinden başka kimsenin kalmadığına emin olarak sarındığı havluyla odasına koşar adım ilerledi. Bir yandan havlusunu tutuyor, bir yandan perdeleri kapatmaya çabalıyordu. Islanan terliklerini umursamadan atıp yalın ayak, parkede iz bırakmaya başladı. Saatine baktığında çoktan çıkmış olması gerektiğini hatırlayıp hızlanarak eline gelen ilk bluzu sıyırıp aldı askının esaretinden. Siyah bluz ve kot, hayatındaki çoğu kimselerden daha büyük öneme sahipti. Saçlarından düşen su damlalarına dayanamayıp bu sefer daha hırçın, bir iki hızlı hamleyle havlunun arasında ufaladı kafasını. Şimdiyse kaç avuç köpük harcaması gerektiğini hesap ediyordu, yeterince yoğun ve iri dalgalı saçları yokmuşçasına hızla biten köpükler ve hızla yükselen fiyatlara küfrederek. Makyajına geçtiği her seferinde önüne yığılan onca malzemeye bakıp çoğunu hiç kullanmadığı ve kullanmayacağı ama indirimdeyken almış bulunduğu renk renk farlara acıyor, tek bir rimelle bu faslı da kapatıyordu. Aynaya bakarak küpelerini de taktı ve artık hazır olduğuna inandı. Son kez şöyle bir baktı, gövdesi kapıya yönelirken gözleriyle kendini yandan izledi. Destekli kullanmanın verdiği buruk özgüvenle göz kırptı aynaya ve artık gerçekten hazırdı.
Asansörü beklemek yerine merdivenlere yöneldi sabırsızlıkla, aslında bir nedeni de asansörün dolu gelme ihtimaliydi. Kendini samimi biri hissetmesine rağmen sadece isimlerinden ibaret apartman ortaklarının yanında dört metrekarelik alanda sıkış tepiş olma fikri, zihnini tokmaçlıyordu. Bahçeyi terk etmeden önce, kapıyı ihtilale uğratan mor begonvillere bir kez daha bakıp ruhunu tazelediğine inanıyordu. Ne demişti ünlü bir isim: "Her gün bir yeni tablo, bir yeni müzik ve bir yeni şiir."
Buna inananlardandı. Adımlarını, sığındığı müzikle uyumlu atarken şarküterinin köşesinde, görevinden yorgun ve emekliye ayrılmayı bekleyen sokak dostuna selamı ihmal etmezdi hiç. Bir iki cümleyle seslendi sadık dostlarına, kendisini anladıklarından emindi çünkü onların gözlerindeki ifadelerden yorgunlukları, korkuları, sevgileri okunuyordu. Çoğu insandan daha samimi...
İlk otobüsüne el işareti verdikten otuz dakika sonra ikincisi için de harekete geçti. Geç kaldığı için trafiğin en yoğun vaktini kaçırmış olmasına seviniyordu açıkçası. Yeterince stresli değilmişçesine bir de zank-zunk frene basan otobüs şoförü ile tartışmaya girme isteğini bastırması gerekmeyecekti bugün.
Sete girmeleriyle mavi suların üç dakikalık düşlem adasında kayboldu yine. Bu sefer farklı olan, set yolunda sadece kendisinin değil, otobüsün içinde şoför hariç herkesin bir arada oluşuydu. Ne de olsa denizi olan bir şehir sayılmazdı ve denizi olmayan şehirlerde herhangi bir su birikintisi dahi insanı uzaklara daldırmaya yeterdi. Seyhan Gölü nasıl yetmesindi?
Setten sonra, otobüsün sağa kıvrılan inişte ivmelenmesi hep hoşuna gitmişti. Hemen ardından kampüs sınırları içindeydi. Derslerde de denk geldiği okaliptuslara doğru, ''Demek zamanında buralar bataklıktan ibaretti, hmm.'' diyerek genel kültürünü de günün vicdanından kurtardı. Balcalı görünüyordu artık, fakülteyle bir süredir işi kalmamıştı, kütüphanesi ve Bedoş'un kahveleri dışında. Bu nedenle fakülteden bir durak önce, hastanede indi. Otobüs, en çok hastane durağında zayiat veriyordu. Kocaman bu kalabalık, seke seke çevreye yayılan keklikler gibiydi. Herkes kendi yolunda dağınık bir düzenle yürümeye, birbirine çarpmamak için manevralanmaya başlamıştı. O da hastane girişine asma yoldan devam etti. Bir yandan da kulaklığını çıkartmaya çalışıyordu. En nefret ettiği aşamalardan biriydi bu çünkü ya saçı takılıyordu ya da hınçla çektiği kulaklık, küpelerini sökercesine sağ kulağına ciddi bir acı veriyordu.
B bloğuna doğru yöneldi, girişten hemen sonra.
'B' ve 'bebek'; stajın başında, yön bulmak için yaptığı bir kodlamaydı. Haritası iyi olmayanlardandı o da.
Dışarıdaki sıcağın rehaveti hala üzerindeydi, buz gibi bir suyla kendine gelmek istiyordu fakat otomatların yerinde yer etmiş, üç tane tozlu, eski kareden ibaret izleri vardı artık sadece. Yerlerini boş görmek bir şişe su için bir kat daha inmek anlamına geliyordu. Kaldırılan otomatları hatırlamış olsaydı asma yoldan değil, direkt kafeteryaya çıkan alt yoldan gelirdi.
Bu ayrıntıyı her seferinde unuttuğu için bir kez daha sinirlendi kendine, merdivenlerden inerken. Küçük bir kapıdan geçince yemekhane katına inildiğini bu sene öğrenmişti. Ve bu geçit özellikliydi artık. Yemekhanin açılmamış kapıları solda, kafeterya önündeki dumanlı kalabalık sağındaydı. Dumanları yararak sabah curcunası içinde suyunu aldı. Burada bir saniye fazladan kalırsa yoğun gürültüden tekrar uyuşacağını biliyordu. Etrafa özürler saçarak, ona buna çarpa çarpa attı kendini dışarı. Buraya kadar gelmişken önlüğünü de alıp tekrar dört kat inmemeyi düşündü adımlarını hızlandırırken. Dolaplara vardığında gelen yemek kokusundan, öğlen menüsünü çok rahat tahmin edebiliyordu. Tatlıda kesinlikle irmik vardı.
Dersliğe, üçüncü kata geldiğinde yemek kokusunun yerini çoktan tanıdık hastane kokusu almıştı, sevmese de hastanenin başka bölümlerinin de kendi kokuları olduğunu ve en iyi seçeneğinin yine çocuklarla birlikteyken alındığını birkaç aya deneyimleyecekti. Dersliğe yaklaştıkça doluluk gözünü korkutmuş, oturacak yer bulamamaktan endişelenmeye başlamıştı. Neyse ki arkadaşının kendisine tuttuğu sandalyeyi üzerindeki defterden tanıyıp rahatladı. Oturduğunda kafeteryadan aldığı suyu kafasına dikmişti bile.
Koridorun diğer ucundan gelen asansör sesi dersin başlayacağını hepsine bildiriyordu. Hocayı da görünce ciddi bir görünüme bürünüp bugün de geç kalmamış olduğuna sevinerek kendini bu derse adapte etti.
Ve evet artık kızımız bizim göremediğimiz bir yerde, kapının arkasında.
Kapının bir sonraki açılışına kadar, bir süre kendi dünyamızda, günün ağarmakta olmasının keyfini çıkarmaya karar verdim. Zihnimi farkındalığa kapatırken sisli dolunayı izlemeye ve size bir şeyler izletmeye aslında.