İstanbul, 9 Ağustos 1957
"Sevgili Eskimo, (1)
Bugün gittiğinin haftası, cuma. Sabah erkenden guguk kuşu gibi tünediğim iskemleden, arada bir erzak almak, yemeği pişirip kotarmak... gibi kutsal vazifelerle ayrılarak, günlük programımı tamamlamak azmiyle dişlerim sıkılı, ancak şimdi kalktım. Gölgeler çoğalıyor. Gün ışığı tükenmeden bu mektubu da bitirmeliyim. Zira yeni vazifeler saati nerdeyse çalar.
İlk mektubunu aldık, memnun ve mesrur ve şad olduk. Allah ne muradın varsa versin. Bizden sana acizane tavsiye şudur ki; Herakles'in dünyanın batı ucundaki Hesperid'lerin altın elmalarını çalışı gibi orda felekten gün çalmaya bak, çünkü burda da bütün günler bize varana kadar nice açık gözler tarafından çoktan çalınmıştır. Hevesini buraya bırakırsan açıkta kalırsın.
Burayı hiç merak etme ve gözünü arkaya çevirme. Fikret'in (2) oğluna söylediklerini hatırla. Ve arama burayı, zift var! Zift, en sıcak günlerini yaşayan İstanbul'da muhakkak ki caddelerin asfaltı erir öğlen saatlerinde. Öyledir, görür gibi söylüyorum. Erir daha nice şeyler, mumlar mesela, naftalinler eski giysiler üstünde. Erimek de olmasa değişmelerin nasıl farkına varırız? Mumlar eridi. (3)
Her şey yolundadır. Tanrı Helios'un güneş arabası gibi her günkü yolunda. Yemek masasını muhakkak açmamız lazım. Bir kişi de olsak büyük, uzun masalarda yemek başka oluyor. Her şeyin başı burun (4) ve gıda. Burnu kışa bırakarak şimdilik gıdaya göz kulak oluyorum. Her şey merhun vaktini bekler. Gıdana bak! En güzel fiildir bu: Bakmak. Çocuğa bakmak, yemeğe bakmak, güzele bakmak... Hepsi iyi, hepsi sevap. Biz şimdilik çok meşgul olduğumuz için kavil yerlerinde güzellere bakmaya vakit bulamıyoruz. iyidir. Ve sen bak! Gözlerini dört açarak bak! İnsanın hafızasında, ilerde açıp açıp bakacağı eski mal, halis yaşama kumaşları olmalıdır: Şam hırkaları gibi. Günü gelir anlatırsın... — Ben falan tarihte...
Sen sık sık yaz. Bize bakma, biz yazısız da, uçan kuşlarla, Sarmanlar, Cimbillerle (5) halimizi sana malum ederiz. Bundan mesela beş yıl önce yaz ayları bizim için ne idilerse yine odurlar. Ama senin yazın, ömründe işte bir bu!
Ve bütün pınarlar kurumuşken, şiirsiz. Bize bağlı şiirler yazabildiğimizi -kaç sene var- hatırlamak kaldı. Sonra şimdilik Herakles, Zeus, Akhilleus vesaire vesaire.
Önemli olan, gıdan ve sıhhatindir. Kolla. Biz de burda bunları kollayabilirsek ne âlâ. Ve bu kediler, biri gelir, biri gider, bir de bu kediler. Tek üzüntümüz onlardır. Etleri onlar için alıyor, yine de yaranamıyoruz. Bazı yemeklerin artık bütün bütün tarihe karıştığını tahmin edebilirsin. Böyle daha iyi, zira sıhhi!
Almanca öğreneceğim diye de kendini yorma. Olduğu kadar. Fazla şey alacağım diye de boğazından kesme, boşunadır.
İşte bu kadar. Ev içinden, ev dışından selâmlar, sevgiler. Kendimden bir şey yazmıyorum, zira bilirsin, yazılmıştır, ama kolay kolay görülmez, derinde.
B. Necatigil
(1) Eşi Huriye Necatigil, çalıştığı okul (Alman Lisesi) tarafından bir aylığına Almanya'ya gönderildiğinde yazdığı mektuplardan.
(2) Tevfik Fikret.
(3) Behçet Necatigil'in şiiri: "Kurşun"
(4) Çocukluğunda geçirdiği başarısız burun ameliyatlarının olumsuz etkilerine mektuplarda da sık sık değiniyor.
(5) Sarman Kedi- Cimbil Fare, kızlarına anlattığı, kendi hayal ürünü masalların kahramanları.
"Eskimo, (1)
Ayrılırken tembih etmeyi unutmuşum: Minyon saat her gece kurulmaya alışmıştır, durmaması lazımdır, her gece yatmadan önce benim yerime kurmayı unutma, yokluğumu hissederse içlenir.
Sonra kahve kutusunu hor tutma, nazik muameleye alışıktır, darı dünyada bir Behçet'in bir sevgili eşyasıdır, sırçadan narindir, kırılabilir.
Sonra Selma'ya iyi bak, sert rüzgarlar önünde güz yaprakları gibidir, savrulabilir.
Sonra para gitmesin, şişmanlamıyayım diye yemek yememezlik etme, halsiz düşersin. Sen evin temel direğisin, sağlam olmalısın.
[Not: Bu maddelerin ehemmiyet sırası, sondan başa doğrudur.]
Ankara'da eski şûride günleri boş yere aradım. Yok o günlerin biri — o kalp, o heyecan hani? Boş caddeleri hayal gecelerin ürpertilerini yâdederek dolaştım. Kalbim helâ takunyalarındaki kemerler gibi kösele. İşte böyle.
.....
Araya gece girdi, yüksek yastık, kırık cam, yırtık yorgan girdi. İsmail'le karşı karşıya bekârlık günlerinin mayhoşluğunu, evlilik yıllarının dömisek burukluğunu yadederek, eski sevgililerin göründükleri sokaklarda ufak bir gezintiden sonra uyuduk. Odada ve ceplerimizde saat olmadığı için sabahın takribi bir zamanında uyandık. Odada ve çantalarımızda takvim olmadığı için yine takribi: - Bugün cuma olsa gerek! dedik.
Evet, cumadır; şehrin adı da Ankara. Genç şair, ayaküstü yazmaya devam ediyor. Geçkin taze uyanmıştır, diye düşünüyor. Zavallıcığın çayını kim pişirecek, diye düşünüyor. Kocası onu fena alıştırdı. Bir kadın icabında çayını kendi pişirebilmelidir. Bir ses beni, ruhumun derinliklerini dinlemeye davet ediyor. Fırsattır. Fakat yazmalıyım. Genç ve sabık şairin vazifeleri arasında yazmak başta gelir. Yazıyorsam tembih ve sipariş edildiği için ... yazmıyorum. İçimden geliyor. (Acaba?) Bu mektubu okuyacak şahıs, bu mektupta resmi mesailerimize dair tafsilât, hususi hayatımıza ait ifşaat bulamayacaktır. Her iki husus devlet sırrı gibi ancak ilerde ve gizli celse ile açığa vurulacaktır.
.....
Bir halk bahçesinde bir Arap rakkasesinin kıyak resmine karşı devam ediyorum.
Perşembe sabahı, trenden iner inmez valizi emanetçiye bırakıp Vekalet'e gittim. Arkadaşlara mülâki oldum. Dün 7:00'ye kadar çalıştık. Şimdi bu mektubu bitirince tekrar yola revan olacağız. İşimizin çarşambadan önce bitmiyeceği anlaşılıyor. Bir edebiyat müfettişi, iki talim terbiye üyesi (Hikmet İlaydın ve Halûk'un eniştesi Şükrü Kurgan), üç de edebiyat öğretmeni çalışıyoruz. (Rauf Mutluay'ı da çağırmışlar, ama o gelmemiş.)
Rahatımız iyidir. İsmail'le külüstür bir oteldeyiz. Yan gelip yataklara, siz de keyfinize bakınız, her şeyin başı gıda. Aşağıdaki satır Selma'ya aittir:
"SELMA
ÖĞLEN AKŞAM YE
BOL MEYVA!"
En geç pazartesi sabahı postaya atılmak üzere lüzum varsa, ihtiyaç duyarsan mektup yaz. Selâmlar, sevgiler. Soranlara, akrabaya keza!"
(1) Türk Dil Kurumu toplantılarına katılmak üzere Ankara'ya gittiğinde yazdığı mektuplardan.