Belirlenmiş olmak, kendi kendini belirlemeye çalışmak, elle tutmaya çalışmak belki de. Kavramak istemek kendini, "Neyim ben?" sorusunun ardından uzanıp kıvrımlarını ve köşelerini de hissetmek isteyerek kendine dokunmak. Tinin bu belirlenmişlikliği istemesi ve sürekli, sürekli olmasa da aralıksız, bir uydurmacaya girişmesi neden? Ve belirlenememişlikten haz alanlar nerede? Var mı böylesine kişilikler, ‘ben’ler. Sertliğini ya da yumuşaklığını hissetmek, bilmek için kendine uzattığın ellerinin arasından kum gibi, ama su gibi değil, akıp gidiyorsa kendin ne hissediyorsun? Ya da bir şey hissediyor musun o vakit? Belki ufak bir sızı vardır haz içeren ya da yokluğun, yokluk hissi(?)nin hazza benzeyen ve başka şekilde ifade edilemeyecek olan o özgün hissi. Hangisi olmalı sorusunun yersizliği ve bu düşünüşler ya da hislenişler karşısındaki alçaklığı karşısında utanıyorum. Bırakıyorum ve hatta hiç dokunmamışçasına uzaklara fırlatıyorum ne olmalı sorusunu ve onunla birlikte doğruluğu. Çünkü ayaklarımın bir yarısının boşluğa uzandığı bu derin uçurumun kenarında belki de başıma ağırlığının fazla geleceği en istemediğim düşünüşler bunlar. Böyle adi ve insansı düşünüşler barındırmak istemiyorum bu noktada. Çünkü onlar ya beni arka tarafıma devirerek düşürür ya da öne devirerek düşürür. İlkinde sırtımın yere değmesiyle birlikte bir rahatlık gelir belki ve tinimi daha düşünmeden bir belirlenime uygun görürüm? İkincisinde ise işin içinden çıkılmaz saçmalıklar bolluğuna insanca bir dalış yaparım? Sonu olmayan böylesine bir uçurumun kenarında tam da bu haldeyken en uygunsuz ve bozucu şeylerdir işte bunlar. Neden daha fazla irdeleyemiyorum kendime uzanan ellerimin şekli olan bir şeyi yakalayamamasını ve neden yine aynı şekilde kavrayamıyorum kemikli parmaklarımın aralarından akıp etrafta uçuşan parçacıkları. "Zaman daha fazla ilerlemesin, hayır! Kendimi böylesine kaçırmak istemiyorum!" diye haykırıyorum kendime bile fark ettirmeden. Gözlerimdeki kaygı dolu, dehşetli bakışlar haykırıyor bunları. Ama korku yok. Belirlemeye çalışma çabasını bırakmak geliyor ardından. Bir akış halinde vuku bulan bu sürecin kontrolü insan doğasının, insan zihninin kendisinde olsa gerek. Çünkü erişmeye çabalamayı bırak, neye erişeceğini dahi bilemiyor kişi. Neyse ne. Gözlerimin açıklığı ve görüş alanımın genişliği karşısında kendimce bir memnuniyet duymadan edemiyorum ama. Ya kendimi kandırsaydım? Daha da kötüsü... Ya kendimi kandırsaydım ve bundan haberim olmasaydı? Zihnin sıradan işleyişinin getirdiği bu yüksek gerçekleşme haline karşılık alçak sorular. Halbuki reddedemeyeceğim bir şey var karşımda. O da sonsuz uçurumun kenarında tutturulan ve belirlenilmişlik çıkmazının karşı konulamaz işleyişi karşısında adeta zamanı durduran bir denge. Bu durumda yaşıyor olmak olarak değerlendirilebilir mi geçen zaman?Kendim hakkımda ve insan doğası hakkında asla kavrayamayacağım bu noktada, kavranılması insan zihni için yetersiz olan bu noktada, bunun farkına varabilmiş olduğum için şükran duyuyorum adeta. Teşekkürlerimi gözyaşlarımla iletmek istiyorum kendime ve var olmaya. Göğsümde yumruk halinde kavuşturduğum ellerim en azından bana verilen en büyük armağan olan yaşamı kavrayabiliyor. Bu yoğun duygulanım karşısında ne önemi kalıyor ki kendimin? Ama yine de dilerdim. Dilerdim ki zayıf ellerime insanı aşan bir mümkünat gelseydi de zamanı ve yaşamı iki elimle kavrayıp birbirine çarparak yok edebilseydim. Ve içe çöküşle her şeyin son buluşu.