Atılan taş sırtına gelmişti. Arkadaşıyla kaçıyor, bir yandan da bacağına batan dikenlere aldırış etmemeye çalışıyordu. O sırada bile aklından binbir türlü düşünce geçiyordu. 


İzlerini kaybettirmişlerdi sonunda. Bir binanın yanına geçmiş soluklanıyorlar, bir yandan da kanayan yerlerini üstlerine silerek temizliyorlardı. Bu onların ilk kavgasıydı, ve duydukları tüm fiziksel acıya rağmen garip bir mutluluk hissediyorlardı.


Akşama kadar orada oturup konuştular, artık acılarını duyumsamıyorlardı bile. Kavgayı

unutmuşlardı, ancak farkında olmadan hala onun etkisinde konuşuyorlardı.


Eve dönerken yüzünde küçük bir gülümsemeyle o gün olanları düşünüyordu. Yaptıkları ufak aptallıklarından mutluluk duyuyordu. Böyle bir gün sona erdiği için onu içten içe rahatsız eden bir his duyuyordu sanki, dinginliğini ve mutluluğunu bozuyordu bu his. 14 yıllık hayatı boyunca mutluluğu hiçbir zaman saf haliyle hissedememişti zaten, yanında hep ufak da olsa farklı, tatsız hisler ona eşlik ediyordu. Hayatı boyunca da hissedemeyeceği ihtimalini düşünerek irkildi o an.


Gelecek ve geçmiş bir hiçmiş gibi sadece bugünü düşünüyor ve bugünün bitmesini, hafızasında sadece bir anı olarak kalmasını istemiyordu. Bugünün içinde olmak istiyor, bu ruh halinde yaşamak istiyordu sanki hep.


Eve gidene kadar bunları düşünmüştü.


***


Defin işlemi bitti, kalabalık dağıldı. Kalabalık da denmez ya gerçi, çok kişi yoktu. Çok iyi bir hava vardı o gün. Güneş adeta capcanlı bir biçimde yeryüzüne neşe saçıyordu.


Yarım saat sonra merhumun evinin kapısı açıldı. Eskilerden dostu, çocukluk arkadaşıydı gelen. Lise için ikisi de farklı şehirlere gitmişler ve bir daha birbirlerini görmemişlerdi. 19 yıllık uzun bir aradan sonra, beş ay önce, tekrar karşılaşmışlar ve eski günleri yad etme fırsatı bulup yeniden dost olmuşlardı.


Bu eve neden geldiğini bilmiyordu. İçeri girer girmez çıkıp arkasına bakmadan, bir daha dönmemek üzere gitmek gelmişti içinden. Sessizliğin kasveti derinden etkilemişti onu. Giderek daha da bunaltıcı hale geliyordu. Sanırım dostunun birkaç gün önce burada canlı geziyor olduğunu düşünmek onu boğuyordu.


Küçük bir evdi burası, arkadaşı yalnız yaşıyordu. Daha önce iki defa gelmişti buraya. Doğrudan salona bağlı olan odaya girdi. Arkadaşının burada çalıştığını biliyordu.


Masanın ön kısmında dağınık şekilde birçok kağıt ve bir defter; arka kısmında ise kalemler, bir bardak ve yan yana dizilmiş birkaç defter vardı. Ön tarafta duran defteri aldı, arasında bir kalem vardı. Kalemin olduğu sayfayı açtı ve okumaya başladı:

 

Toplumun çoğu, bu ilkel yaşam formları; felsefeden, sanattan kaçıyor; onlardan ölesiye ürküyorlar. Çünkü orada salt belirsizlik var. Onlarca; bilim üstün tutulacak, sanat ve felsefe hor görülecek şeyler. Üstüne cehalet ruhu sinmiş, bizimki gibi, topluluklarda bu kuşkusuz böyle. En saygın kişiler bilim insanlarıdır, her konuda en güvenilir insanlar da onlar. Pozitif bilimle ve onun türevleriyle uğraşmadığın sürece bir değerin yok onlar için. Varsın olmasın. Benim için de onların bir değeri yok. Sanat dediğin, felsefe dediğin aşağılık, işe yaramaz birer ilgi alanından ibaret onlar için. Böyle hissediyorlar -hayır düşünmüyorlar, düşünmek fazla onlara!- çünkü onlardan korkuyorlar. Belirsizliğin ilkel dürtülerini kışkırtmasına karşı koyamıyorlar. İnsanın kendini ve insan doğasını tanımamasının, tanısa bile bu tahrike karşı koyamamasının acizliği bu. Ona karşı duracak güçleri yok çünkü. İnce kavrayıştan da yoksunlar. Her daim biat etmeye hazır olacak kadar köle ruhlu, onlara gösterilenin dışına çıkmaya cesaret edemeyecek kadar da ehlileştirilmiş insanlar onlar.


Evet, onlar her şeyin sıfır ve birlerden ibaret olmasını istiyor, durumun böyle olmadığını, çoğu zaman rastlantı sonucu, sezinledikleri zamanlarsa her şeyi yine siyah ve beyaza indirgemeye çalışıyorlar. Şu dünyanın sade karmaşıklığından, bilinmezlikten alınan şu zevkten neden kaçar insan anlamıyorum. Sanırım indirgeme olmaksızın kavrayamıyorlar bu dünyayı çünkü. O şekilde de kavrayamıyorlar gerçi ya.


Buçukluğun kıymeti, grinin gölgesi bile yeter bana! Bana güç veren, belki hayata tutunmamı sağlayan tek şey onlar. Tekdüze yaşamaktansa, siyahların ve beyazların kuru, estetikten yoksun keskin hatlarının boyunduruğu altına girmekten, onların vasat sadeliğine sığınmaktansa; elimde hiçbir net bulgu olmaksızın griliğin o sonsuz düzleminin tek bir metrekaresinde dolaşarak ömrümü tüketmek dahi yeter bana. Erişilmez olana değilebilecek tek yer orası çünkü. Ona ulaşamazsam da bir önemi yok, kokusu yeter. Onu bir kez sezinleme ihtimaline bile değer çekilecek tüm çile. Çünkü ben buraya karanlığa bakmaya veya aydınlıktan kör olmaya değil; alacanın güzelliğini izlemeye, onun eşsiz renkliliğiyle bütünleşmeye geldim. Ve bir ruhunun olduğunu ancak orada hissediyor insan. 

 

İç çekerek kalemi sayfanın arasına koyup defteri kapattı ve aldığı yere koydu. Salonun ortasında biraz durduktan sonra evden çıktı.