Hayatta herkes bir şeyle sınanıyor. Bu bir şey bazen bir insanın varlığı, bazen bir insanın yokluğu, bazen bir olay, bazen anlaşılamamak, anlaşılmadığını hissetmek… Bazen de isteğin gibi yaşayamamak, hatta yaşayabilecekken yaşayamamak... Bilmiyorum, belki de daha fazlası... Hayat bu kadar kahpe olunca insan da acılarla dolu bir varlık en nihayetinde, kendine benzeyeni arıyor çünkü ancak sana benzeyen anlayabilir seni ve empatinin bir adım ötesine geçebilir, senin yaşadıklarını yaşayan duyabilir milyonlarca insan içinde sessiz çığlıklarını, o durabilir yanında, ona dayandığında rahat hissedersin, gözlerini kapatıp onunla geçebilirsin hiç aşılmaz dediğin köprülerden, onun tutacağını bildiğin için yürüyebilirsin bir cambaz gibi incecik ipin üzerinde, işte o zaman gözlerini kapatıp geri doğru bırakabilirsin kendini çünkü bilirsin, tutacak seni. Hiç tereddütsüz bırakıverirsin. Bazı insanlar aileleriyle tam olarak bu ilişkiye sahiptir. İmrenirim böylelerine çünkü biz aynı evde yaşayan bir insan topluluğu olmaktan bir adım öteye gidemedik hiç. Aile kavramı çok yabancı bu yüzden bana. Bu ilişkiye sahip olabiliyor olmak, ardında her durumda olduklarını bilmek, kimsesiz hissetmemek...Tarifsiz bir his olsa gerek. Ben bilmiyorum. İşte böyle insanlar -benim gibi insanlar- ya sevgilisini ailesi yapar ya arkadaşlarını. Burada da arkadaşlarını ailesi yapanlar şanslıdır. Yani ben öyle düşünüyorum çünkü gerçek bir arkadaş "senin tüm kahrını, acını, her şeyini çeker." Tabii bu arada toksik bir ilişkiden bahsetmiyorum; demek istediğim tüm bunları yaşarken sen, hepsinde dayanacak bir güç olur, ardında dinler, yargılamaz, her koşulda destek olur, bazen hata yapmana da destek olur. Sen de korkmadan hata yaparsın çünkü bilirsin ki kolları hep sana açık, kollarınız hep birbirinize açık sımsıkı sarılmak için. Ancak bazen hepsi bir anda bir toz bulutu gibi yok olup gider. Anlayamazsın bile nasıl olduğunu. Dün ağladığın omuz, birbirine sımsıkı sarılan kollar, birlikte karnına ağrılar girene kadar güldüğün, sabahlara kadar derdini dinlediğin derdini dinlettiğin, ayağına taş değse kıyameti koparacak olduğun o insan yok. Dünyada varlığını sürdürüyor ama artık yan yana yürümüyorsunuz, yan yana teğet geçiyorsunuz birbirinizi. Hem de aynı yolda yürürken…


Sevdiğin bir insanın artık hayatında olmaması, ona dokunamamak, ona sarılamamak, onunla konuşamamak, sesini duyamamak, duysan da o sesin artık senin için kelimeler sarf etmediğini bilmek ama şu an nasıl olduğunu bilememek, bilsen de müdahale edememek, etsen de belki küçük bir teselli cümlesi ya da bir tebrik, karşılıklı kibarlaşmalar… Ama hepsi bu kadar işte. Sadece bu. Anılarda kalanlarla yetinmek… Şimdi burada olsaydı şöyle derdi deyip yüzüne buruk bir gülümseme kondurmak ama içten içe o gülümsemenin altında fırtınalar koptuğunu bilmek, gözlerini kapatıp güzel anıları anımsamak ve o anı yeniden yeniden yaşar gibi yapmak, ardından belki istemsizce, belki de kalbini saran içini kavuran özlemin verdiği acıyla bile isteye gözlerinden yaşlar süzülmesi… Hepsine alışıyor insan, alışıyor da yine de en dibe çöktüğü anda ya da havalara uçtuğu mutlu bir haber aldığında en çok yokluğuyla yüzleşemediğiyle paylaşmak istiyor bunu. Sonra bir gün yeniden sımsıkı sarılıyoruz, içimiz o hisle dolup taşıyor derken sabahın ilk ışıklarına açıyoruz gözlerimizi, gözlerinizi açıyoruz ama kalbimiz katran kara… Kala kalıyoruz o tarif edilmez özlemle yatağın içinde, bir süre ağlıyoruz, düşünüyoruz, o gün belki bir hüzün kaplıyor içimizi. Hayata karışmak zorunda olunca o hüzün de dağılıp gidiyor bir süre sonra. Fakat bunlardan daha kötüsü; içtenliğine bu kadar inandığımız bu insanlar güya birbirimize dayandığınız insanlar, eşler, dostlar, arkadaşlar nasıl oluyor da biz bu kadar acı içinde kıvranırken, varlıklarını ararken, hemen hemen her anımızda, anılara tutunurken, yollarımızın hala bir olduğunu yeniden birleşeceğini düşünürken, belki bunu umarken, belki de fazlasıyla isterken nasıl oluyor da hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam edebiliyorlar? Bunun cevabını hepimiz biliyoruz aslında ama cevap vermeye korkuyoruz. Ben, benim gibi insanlar, biz çok seviyoruz; öyle böyle değil, kendimizden çok seviyoruz, üzerine titriyoruz, bir anne şefkatiyle seviyoruz ve sanıyoruz ki onlar da böyle seviyor. Onlar böyle sevmiyor efendim, böyle sevselerdi eğer ve gerçekten arkadaşlara dönüşmüş bir aile olsalardı eğer bugün ayaklarımıza dikenler bata bata yürümezdik bu yolda. O dikenleri bir başımıza çıkarmak zorunda kalmazdık, yolun sonuna da yürüyor olsak o yolun sonu denize de bataklığa da çıkıyor olsa elimizden tutarlardı. Süreç ne kadar önemli olursa olsun; bize neler katmış olursa olsun bu eksik kalmışlığı, yarı yolda bırakılmışlığı, vedasız bir gidişi kapatmıyor. Çünkü kısasından uzununa tüm tanışıklıklar bir vedayı hak eder. Ve insan zihni bir ilişkinin bittiğini vedalar sayesinde anlar, kabul eder ve yoluna devam eder. Veda edemediğimizden kabullenemiyoruz, belki de bize veda etmediklerinden... Söylenecek çok şey var da söyleyecek güç kalmadı bende, bu yüzden bu yazı tüm veda edemediklerimize gelsin.