Kendime hediye almaya, ve kendimi buna değer görmeye başlamam için doğduğumdan bu yana dünya tam otuzüç kez güneşin etrafında dönmeliymiş. Ne acı değil mi? Almayı değil de hep vermeyi öğretmişler. Kazandığım parayla hediye almayı elbette biliyordum, ama hep başkalarına. Kendime gelince en ufak günlük ihtiyaçta bile, acaba gerçekten ihtiyacımın olup olmadığını düşünerek vazgeçiyordum. Bakım ürünlerini bile kendime almayı düşünürken lüks olarak sınıflandırırken, çevremde herkese her türlü şeyi alıyordum. Kitap okuma tutkusuna sahip olmama rağmen sadece indirime girdiğinde alıp yetiniyordum. Evet benim ruhumu çürüten şey bu yetinme dürtüsü. Öyle minimalist bir ihtiyaç listem vardı ki, sanki hiçbir şeyi hak etmiyormuşum gibi yaşadım yıllarca. Almak istediğim şeylerden veya yaşamak istediğim deneyimlerden bahsedebileceğim biri yoktu çünkü. Anlaşılmayınca insan çiçek de açmıyormuş ruhu. İşte tam da bu yüzden kendime değer vermeyi öğrenemiyordum bir türlü. İltifat bile kabul edemezdim, kendime yakıştıramazdım ve iltifat eden kişiyi aksine ikna etmek için var gücümle çabalardım. Oysa teşekkür edip mutlu olmak çok daha kolay bir seçenekti. Öğrenilmiş çaresizlik insanın öyle çabucak kurtulamadığı bir lanet adeta. Düşünsenize tüm güzellikleri reddeden, kendini küçümseyen ve hiçbir şeyi hak etmediğini söyleyen seslerle dolu bir kafa ile mücadelem tam otuzüç yılımı aldı. Geç mi kaldım kendimi sevmek için bilmiyorum ama, bu seslerle mücadelem hala sürüyor. Dedim ya o kadar da kolay olmuyor radikal değişiklikler. Sevilmeyince kendini de sevemiyorsun; tüm bu olumsuzlukların başlangıç noktası da bu zaten: sevgisizlik. Şimdi yeni yeni kendimin, yeteneklerimin, övgü alan karakterimin ve kişiliğimin farkına varıyorum ve kafamdaki sesleri susturmak için haykırıyorum her gün: Ben buna değerim!