Başkasının hayatını yaşamak karanlıkta bir çıkış yolu aramak gibidir. Tanrının küçümseyici bakışları altında çaresizce oradan oraya koşmak, karanlığı ürkütmek; çatlaktan ışığın girmesine engel olamaz.


İnsanın her şeye alışabilmesi bazen kötüdür. Çünkü bir şeye alışmak; o şeyle yaşayabilmek, o şeyin varlığına gereğinden fazla zaman harcamamak ve ona karşı ilkinden farklı bir duygu beslememek demektir. O şeyin bir çizginin ötesine geçmesini engellemek demektir. İnsan alıştığı şeylere dönüşmez. Sadece onların yarattığı değişimin farkına varır. Bazı durumlarda insan aradaki ölçüyü tutturamaz. Ama bunun farkına varmak da bir başlangıçtır.


Karanlıkta hareket etmek zordur. Her adımı atmadan önce bükülürsünüz. Kafanız eğilir, adımlar yavaşlar, gözler büyür, eller etrafı tarar. Bir süre sonra yürüyüş düzelir. Bu süre boyunca gözler hep ışığı arar. Bunun nedeni karanlıkta yürüyen insanın o zamana kadar hep ışıkta yaşamış olmasıdır. Gözler ışığa alışmıştır. İnsan tam anlamıyla ışığa alışmıştır. Işıkla yaşayabilir, onu gereğinden fazla düşünmez, düşünemez, ışığı hisseder ve uykunun ötesine geçmesine izin vermez.


Şimdi doğuştan kör birini düşünün. Adım atmakta bile zorlandığımız karanlıkta dünyaya sahip bir insan. Bu insan, ışığa çıktığında karanlıkta yürümeye çalışan biri gibi olur. Çünkü karanlığa alışmıştır.


Tanrının bakışlarının yaydığı dehşet, içeride korkuya dönüşür. Karanlığı delip duvarlara çarpan korku; yatıştırmaz, saf gürültüdür. Bu gürültü hiçbir şey ifade etmez, sadece yeni korkulara yer açar. Küçümseyici bakışlar sevgiden yoksun, bencil, çirkin. Eğilmiş baş kalkamaz bakışların ağırlığından, gurur bu bakışların altında ezilmiş bir çocuk.


Temelinde zayıf düşüncelerin olduğu kalelerin duvarları güçlü olmak zorundadır. Duvarlar güçlü, sert, yıkılmaz, ışıksız. Temeller uzakta, erişilmez. Ön yargı silah tutan bir asker kale duvarlarında. Konuşmak, boğulmak gibi. Düşünceler kan içinde, yerde. Umut, duvarların ardında bir ışık. Cılız, ürkek, ruhsuz. Ama her şeyden güzel.