Ölüme övgü -I-

İnsan olmak bir gerçektir! Tıpkı bazı şeylerin gerçek olması gibi; biz inansak da inanmasak da. Bu hayatta çok mecnun dertleri olan bir insan olarak sanırım şunu söylemeye hakkım var; insan gibi ölüm de bir gerçektir. Ve ölen yalnızca daha ölmemiş olanın anılarında yaşar. Bu, ölen için cehennemden daha büyük bir azaptır. Zira ölen artık söz söyleme, konuşma hakkı elinden alınmış olandır. Artık onun için başkaları konuşacak, söylenmesi gerekenleri ya da daha vahim haliyle hiç söylenmemesi gerekenleri başkaları söyleyecek. Bence asıl ölüm budur! İnsanlar o kadar zorbadır ki ‘o hep hafızamızda yaşayacak’ ya da ‘hep kalbimde olacaksın’ diyebilecek kadar ileri gidebiliyor. Yani, ‘ben hiç ölmeyecek, sonsuza kadar yaşayacağım. Sen, ölü olan artık senin sahibin benim’ demek istiyorlar.

Ölen için bu kaosun varlığı, belki de yaşayanın en büyük sığınağı, tesellisidir. İnsanların çoktan ölmüş olmasına ya da bir gün gerçekten ölecek olmalarına rağmen, cenneti vaadeden tanrı gibi kendini aşan sözler vermesi bir zamanlar kimsenin kaldıramadığı sözün hafifliğinden doğmakta. Yazılmış olan ‘önce söz vardı’ diyebilir ya da ‘söz hayat ağacının köküdür’ de diyebilir, aslolan her zaman sözün değeri olmuştur. Kaç külçe ya da akçe ettiği değil, değer gerçeğin ne taşıdığıyla ilgilidir. Gerçeğin değeri taşıdığıyla ölçülür. Sevgi bir gerçekten öte, hakikate yakın bir anlamı barındırsa bile, değeri taşıyanın içtenliğiyle ölçülür. Say ki 2 bin altını bir katıra yüklemiş ve uzun bir yoldasın. Katır için altın da yüktür tunç da. Neyin ne olduğunun bilincinde olmadıktan sonra altının da tuncun da ne ederi olur katır için, katır gibi insan için...

Velhasıl-ı kelam, sözü taşımaya yeltenen insandır sorunun kendisi. İnsanın kendisiyle ilgili bir şeyden bahsediyorum ben; Marks’ın ‘kendinde şey’ dediği ya da romantiklerin ‘ben bir başkasıdır’ dediği şeyden!

Kimilerine göre gerçek ‘ben’dir ve algıladığımızdan da ötedir. Kimi ‘gerçek’lere göreyse ‘ben’ yalnızca bir yanılsamadır. Ve aslolan biz’dir. Ben gerçeği ne ben’de ne de biz’de buldum; gerçek başkada, başka olandadır; yani kendinde şey olabilendedir...

Kendinde şey olmayanın oluş hali, olura dönüşmüş olanıdır.

Belki de olmayan ve olura dönüşebilen tek şey insanın kendisidir. Ve bu kendilik; insan olmak kadar gerçektir!

Şimdi eskiden sahip olduğum bilinçten giderek uzaklaşıyor ve şunu söyleme cüretinde bulunuyorum; en büyük gerçeklik hala söylenmedi ve herhalde söylenemez de. Zira tek dediğimiz sezgilerin uzak anısıyla geliyor ve bu anıda ölmüş olanın sonsuza dek susturulmuş olması yatıyor. O sonsuza dek susturulmuşken, biz pervasızlığımızı onun adına konuşma cüretinde bulunarak dışa vuruyoruz.

Bu nedenle büyük bir öfkeyle şunu söylüyorum dinlemesini bilene ya da dinlediğini bildiğini bilene;

Ölümden ötesi yok ve bu yokluğu ölenler adına konuşarak süreklileştirme! Bunu bir sürek kılma; öleni, aslında ölerek özneleşmiş olanı hiçliğe gark eder. Bu hiçlik daha ölenin ilk an’larından itibaren çevresinde örülmeye başlanır. Misal mi? Cenaze törenlerine bakın! O törenler ölenler için değildir, biz yaşayanlar, daha doğrusu yaşadığını sananlar için yapılır. Hala yaşadığımızı göstermek, ölenin biz olmadığını ısrarla dile getirmek içindir tüm ayinler. Ve bu yolla yalnızca kendi egomuzu tatmin etmekle kalmaz, hiçliğe sürüklenme korkumuzu da yatıştırmış oluruz. Bilcümle kendimizi teselli etmek, bir yalana inandırmak dışında bir şey yapmayız...

O nedenle gerçekten sapış ölümden değil, yaşamın kendisinden doğmuştur. Çünkü ölüm belki de tek mutlak gerçektir. Ama yaşam, hala anlayamadığımız şu sefil yaşam kaypak ve bir o kadar düzlemsizdir...

Öyleyse ne diyelim?

Yaşamın sahteliğine karşın ölümün hakikati mi savunulmalı? Yoksa ölümün gerçeğinden, yaşamın gerçek değerini taşıyan anlamını mı doğurtmalı? Ya da yaşam, kendinde şey’(l)e mi dön(üş)meli?!

Ne dersiniz, yaşam ne ki insan ne olsun...

Hele ölüm, o KİM?

(…)

Resim Bubisanat üyelerinden Şerivan Tutuş'a aittir.