Gece yarısı olmuş bir türlü uyuyamamıştı. Ne zaman misafir gelse böyle oluyordu. Arkadaşlarıyla konuştuğu konuların havada kalan bölümleri, başını yastığa koydu mu zihninde dolanmaya başlıyordu. Saat bir oldu, iki oldu, iki buçuk oldu; yok bu böyle olmayacak, sabaha kadar uyuyamayacaktı, kalkıp mutfağa geçti, genelde birkaç lokma bir şeyler atıştırdı mı küt diye uyurdu.


Buzdolabının kapağını açtı, pilavla karnıyarığı gözüne kestirdi, karnıyarığın kıymalarının üzerinde donmuş yağları görünce ısıtmaya üşendiği için pilav-karnıyarık ikilisini eledi.


Alt raftaki Kıbrıs tatlısının tepsisi gözüne takıldı, cam tepsiyi eline alıp mutfak masasının üzerine bıraktı. Çekmeceden en sevdiği şirin, turuncu saplı tatlı kaşığını alıp bir kaşığa bir tatlıya baktı, kalori suçu işlemek için bundan iyi gerekçe olamazdı: "Uykum kaçtı, uyumak zorundayım, uyumazsam yarın zombi gibi dolaşırım, günüm kötü geçer!" Tatlıdan bir kaşık aldı, alttaki kekinde bulunan incir, ceviz ve Hindistan cevizinin etrafındaki şurubun damakta bıraktığı tat enfesti.


Muhallebisinin içindeki kremşanti ve vanilyanın aroması cevizle birleşince lezzet şölenine dönüşüyordu; bir kaşık, bir kaşık daha derken tepsinin köşe gitmişti. Elinden kaşığı bıraktığında suçluluk duygusu, bahara almak istediği kırk iki beden takım elbisenin yine alınamayacak olması gerçeğini kabullenerek, sonsuz kısır döngünün sarmallarına dolanarak uyuyabilmek için yatak odasının yolunu tuttu.